Bugün 24 Haziran 2014. Tekirdağ’ın ilçelerinden Şarköy’e
doğru yola çıktık. Tekirdağ merkeze girmeden çevre yolunu kullanmaya karar
verince dağların, yeşilliklerin arasında yaptığımız yolculuk biraz uzadı.
Uzamamış esasında biz öyle sanmışız. Şarköy’e girer girmez üç kardeş ve bir
yeğen hemen plaja koştuk. Dağlarının yamaçları tamamen tarım üretimine ayrılan Şarköy
uzun sahil boyunca kurulmuş. Doğrusu ilk gelişimizde bu kadar uzun, 60 km’lik,
sahili olduğunun farkına varmamışız. Belediyenin web sitesinde Türkiye’nin 31. Dünyanın
62. en uzun sahili olduğu yazılı. Denizi ve kumsalı 2006 yılından 2012 yılına
kadar mavi bayrak ile ödüllendirilmiş. Şehir içinden denize girebilmek birçok yerde
unutulduğu için Şarköy’ün bu özelliği fazlasıyla sempatimizi topladı. Sofralık ve şaraplık üzüm, zeytin, buğday tarımı ve balıkçılık Marmara Denizi’nin kuzey kıyıları üzerinde kurulu ilçe
ve komşu yerleşimlerinin gözde geçim kaynağı. Plajda deniz ve güneşin keyfine vardıktan sonra çarşıda dolaşıp yemeğimizi yedik ve sahilden dönmek üzere yola koyulduk. Yol üzerinde İğdebağları adlı köy tabelası dikkatimizi çekti. Köye gitmedik tabii ki.. Öğrendiğime göre Araplı adıyla da anılan köy Suriye Yörüklerince kurulmuş. Yörüklerin orada ne işi var diyorum ama Hacivat-Karagöz filminde ikiliden biri "biz yörürüüüz" diyordu. Yörükler her yere gidebilir. Onlar yörürleeerrr…
Şarköy'ün bağ rotası üzerinde bulunması şarap tatmak ve
üreticiden satın almak için iyi bir fırsattı ancak hava kararmadan dönmemiz
gerektiği için hiç birine uğrayamadık. Şarap rotası demek yasakmış bu nedenle
bağ rotası diyorum. Kusura bakmayın.
Sahil boyu her yer güzel, hava mis gibi tertemiz. Eriklice’ye
gelince daha önce tanışmadığımız bir balıkçı barınağı tipiyle ki bu yolculukta
pek çok gördük, tanıştık.
Sahilden kapı önlerinde kullanmak üzere birkaç adet
taş aldık. Kapılar çarpmasın diye kullanıyoruz. Hem hoşumuza gidiyor hem de
doğanın bir parçasını evimizde hissediyoruz.
Bağlarla ve zeytin ağaçlarıyla çevrili Mürefte’ye
geldiğimizde koca koca çınarların karşılamasıyla sevindik.
Tam Anadolu kasabası-köyü
görünümü. Beldenin su motoruyla yaz işi yapan minik gençlerinin fotoğrafını çektim.
Pek sevimlilerdi. Sahildeki iskelenin önüne kurulu meydana inip denizi
kokladık.
Çiftçilik dışında yapacak işi olmayanların beklemesi için çok sayıda
kahvehane var. Hepsi dolu.
Gülhatmilerle beraber Hora feneri çıkıyor karşımıza.
Rumca Hora’dan
devşirilen yeni adı Hoşköy olmuş.
Wikipediye göre 1800’lü yıllarda 15000
nüfuslu bir yermiş. Rumlar göç edip gitmişler. Bilinen sebeplerle..
Kıyı Emniyetinin sitesinden birkaç bilgi kırıntısı elde
ettim. Bir çok başka bilgiye de ulaşmakla beraber doğrulayamadığım için paylaşmak
istemiyorum. Fener kimi kaynaklara göre 1876’da kimilerine göre 1861’de
yapılmış. Fener ve gardiyan binası Kıyı Emniyeti ve Gemi Kurtarma
İşletmelerince ulusal miras olarak korunma altına alınmış. Nasıl korumaysa pek
bakımsız görünüyor. Döküm panellerle yapıldığı belirtilen fenerin dış yüzeyi
paslı görünüyordu. Alt kısmına konutlar yapılmış.
Bu konutlardan birinde
yaşayan bir beyefendi. Kimsenin gelip gitmediğini, fenerle ilgilenen bir görevli
olmadığını ve fenerin otomatik çalıştığı bilgisini paylaştı.
Yolun
devamında birdenbire 950 metrelik yüksekliğiyle Trakya'nın ikinci en yüksek zirveli Ganos dağının yemyeşil eteklerine kurulu eski Rum köyü, köy gibi köy Uçmakdere’ye ulaştığımızı fark
ettim.
Köyün kendi web sitesine göre çavuş üzümü türü Amerika’ya buradan
gitmiş.
Kıyıdaki kamp alanı yüksek duvarlarla çevrilmiş. Böylece plaj görünmez
olmuş.
Köyün kocaman
bir de çınarı var.Buradan sonra Tekir dağlarının ve denizin
sunduğu müthiş manzara eşliğinde,
karşıda Marmara ve Avşa adaları,
korkutucu uçurumlarla sınırlanan yollardan,
bir
yanımızda yükselen, yol için traşlanmış tepelerden,
yamaç paraşütçülerini teğet
geçerek Kumbağ sokaklarına ulaştık. Tekirdağda hep uğrayıp köftesini yediğimiz,
çorbasını içtiğimiz Meydan köftecisinin yol üzerinde açılan yeni şubesinde
yemeğimizi yiyip bu günü tükettik.