Size bu gün hem basit.biz hem de havaneli.com sitelerinden haber getirdim.
Bir kaç hafta önce yaptığımız Moskova gezimizle ilgili genel izlenimlerimi paylaştığım basit.biz deki yazım için burayı tıklayınız.
İlk bölümü okuduktan sonra( ille de okuyun diyorum görüyor musunuz.?) Kızıl meydan, Kremlin, Moskova katedralleri ve Moskova metrosu hakkında bilgi alabilmek için ard arda dört bölüm halinde yazdığım diziyi okumak için bundan sonra yazılarımı yayınlayacağım siteyi tıklayınız.
Yorumlarınızı beklerim.
3 Şubat 2015 Salı
VENEDİK
Mine Kayam
Sanırım İtalya’nın olmazsa olmazlarından biri Venedik. Hele kuzey İtalya’da olup da Venedik’i görmeden olur mu? Olmaaaaz dedim ve sevgili Burcu; “ 4 Mart Venedik karnavalının son günü, trenlerde %50 indirim var. Kız kıza Venedik çıkartması yapalım mı ?” dediğinde ne zamandır hayal ettiğim Venedik gezisi için süper bir fırsat dedim. Bu arada, 4 mart 2014 tarihinde yaptığımız bir geziyi anlatan bu yazı biraz gecikmiş bir yazı. İtalya’nın tren şirketi Trenitalia'nın iki kişilik bilete tek bilet fiyatı kampanyasından yararlanmak için çift sayılı yolcu olmamız gerekiyordu. Konu Venedik olunca dört kişi olmak hiç zor olmadı. Böylece ilk Venedik gezimizi planlamış olduk, ilk diyorum çünkü bu geziden sonra iki kere daha gittim ve eminim ben birkaç Venedik turu daha yaparım.
Venedik, kuzey İtalya’da bir ada şehri. 5. yüzyılda kurulmuş, 10. yüzyılda denizcilikte en üst noktaya ulaşmış, 118 adadan oluşan, 170 kanalı ve 400 köprüsü olan Venedik motorlu araçların girmesine izin verilmeyen bir şehir.
Bu harita Venedik'teki kanallar hakkında size bir fikir verebilir.
Son yıllarda nüfus ana karadaki Mestre şehrine kayıyormuş, bu nedenle genç nüfus oldukça azalmış. Halkın büyük çoğunluğun gelir kaynağı, tahmin edeceğiniz gibi turizm.
Yolculuğumuzun ilk kısmı arabayla Milano'ya kadar. Orada arabamızı park edip metroyla Milano Centrale tren istasyonuna geçtik. Milano tren istasyonu oldukça eski ve güzel bir yapı. Milano’yu anlatırken buradan bahsedeceğim için şu an çok fazla değinmiyorum. Milano Centrale istasyonu yolculuğumuzun başlangıç yeri. Venedik Santa Lucia istasyonuna yapılan direkt tren yolculuğu iki buçuk saat sürüyor.
Venedik ana karaya Ponte Della Liberta (Özgürlük köprüsü) denilen yaklaşık kilometrelik bir demir ve karayolu köprüsüyle bağlanıyor.
Bizler festival aktivitelerinin daha çok olduğu San Marco Meydanı'na gideceğimiz için Santa Lucia istasyonunda indik. Bu istasyondan önce, ana karada Menstre istasyonunda birçok kişinin inmesi yanıltıcı olabiliyor. Bir an için bizde inmeye kalkmıştık ama sonra ana karada olduğumuzu fark ettik.
Venedik’te tüm ulaşım su araçlarıyla, Vaporetta denilen toplu taşım araçları ya da deniz taksileriyle yapılıyor. Bu nedenle şehre ulaşımımızı trenle yapmak çok mantıklı geldi. İllaki araba diyenler de düşünülmüş. Arabanızı anakara kısmındaki otoparka bırakıp diğer kısma vaporettalarla geçiyorsunuz. Vaporetta biletleri tek yön 7 Euro. Biletlerinizi almadan önce nereleri gezeceğinizi önceden planlamanız her seyahatte olduğu gibi burada da iyi olur. Çünkü 24 saat geçerli, sınırsız kullanımlı bilet 18 Euro. Bu biletle Murano ve Burano adaları da dahil istediğiniz yere gidebiliyorsunuz. Tek yere gidecekseniz günlük bilet almayı düşünmeyebilirsiniz, ama indi bindi yapacaksanız 24 saatlik bilet çok karlı oluyor. Biz ilk gidişimizde yürümeyi tercih ettiğimiz için tek yön aldık ama sonrakilerde 24 saatlik bilet çok işimize yaradı.
İstasyondan çıkar çıkmaz bu görüntü sizi karşılıyor ve nefesinizi tutup ortama adapte olmaya çalışıyorsunuz. Zaten kendimizi hemen festival ortamında bulduk. Her taraf fotoğraflarını çekmemize izin veren, hatta bizimle poz verenmaskeli insanlarla doluydu.
İlk iş olarak ortama uyup maskelerimizi aldık.
İstasyondan San Marko meydanına yürüyerek gidip Vaporetta ile dönmeye karar verdik. Yön oklarını takip ederek yürümeye başladık. Bu tür yürüyüşleri her zaman tercih ediyorum, çünkü ara sokaklara girdiğimde kendimi oraya ait hissediyorum.
Vendik’te gördüğümüz her şeyin bir hikayesi var. Bu köprü “ahlar köprüsü”. Anlatılana göre mahkumlar hapishaneye bu köprüden götürülüyorlarmış. Köprünün beton kafesli pencerelerinden Venedik’e son bir kez daha bakıp iç çekerlermiş, o zamanlar hapse giren bir daha çıkamazmış.
Her yerde karşımıza çıkan bu maske dükkanları insanın aklını başından alıyor. Fiyatları ise 5-10 Eurodan başlıyor ve üst sınır yok, ben 1000 Euro’ya bile maske buldum.
Bu tarz dükkanlara girdiğinizde kendinizi inanılmaz bir dünyada buluyorsunuz, maalesef içeride fotoğraf çekmemize kesinlikle izin vermiyorlar. Maske satan yerlerden birisinde satıcı çocukla biraz sohbet edince ucuz maskelerin Çin malı olduğunu öğrendim. Gerçek el yapımı maskeleri elinize alınca hemen fark ediyorsunuz, bunlar boyutlarına ve işlemelerine göre 10 Eura’dan başlıyor. Ama olsun, ben yine de Venedik’ten maskesiz dönmem diyorsanız bence Çin malı maskeler de çok güzel. Bu arada maskelerin renklerinin, şekillerinin anlamı olduğunu da öğreniyoruz. Siyah maskeler güçlü insanı, kırmızı ve altın renginde olanlar Venedik’in geleneksel renkleri ve bayraklarının renkleri, mavi renkli olanlar büyük kanalı temsil ediyor. Sarı olanlar ise bayraklarında da olan aslanı temsil ediyor. Eğer maskede ziller varsa, bu da mutluluğu temsil ediyormuş. Bu bilgilerden sonra mutluluğu ve gücü temsil eden maskemizi alarak dükkândan ayrılıyoruz.
Sağdaki fotoğrafta gördüğünüz uzun burunlu maskeler veba döneminde doktorlar tarafında hastayı uzaktan muayene etmek için kullanıyormuş.
Her sokakta başka bir şey buluyorduk bu nedenle yürüyüşümüz biraz zaman aldı.
Bizde her evin önünde bir araba vardır ya burada her evin önünde bir tekne var.
Meydana yaklaştıkça insanların neden çok değişik çizmeler giydiğini anladık çünkü meşhur San Markus meydanı sular altındaydı ve festival aktivitelerinin bir kısmı iptal edilmişti. Çok üzüldüm, ancak Venedik’i böyle sular altında görmek herkese nasip olmazmış, o nedenle keyfini çıkartmaya çalıştık.
Grand Kanalın meşhur Riolta köprüsünden görünümü. Grand Kanal(Büyük Kanal) Venedik'i sanki ortadan bölüyormuş gibi kıvrılan en büyük kanal.
Burası Riolta pazarı genelde hep böyle kalabalık oluyormuş, tabi bu kez festival kalabalığı da vardı.
San Marco meydanında gezilecek yerlerin başında San Marco Bazilikası var, ilk gidişimde çantamda pasaportlar olduğu için emanete bırakamadım ve bazilikaya giremedim, çünkü aklınızda olsun, içeriyekesinlikle sırt çantalı ziyaretçi almıyorlar, gösterdikleri emanetçiye bırakmak zorundasınız. İkinci gidişimde San Marco'ya girdim ama bu seferde bazilikanın kapalı olduğu saate denk gelmişim. Sadece üst kattaki müzeyi gezebildik. Bazilika kısmı ücretsiz, ama yukarı çıkınca müze kısmı ücretli, Allahtan cüzdanları çantada bırakmamıştık.
Bu gördüğünüz kilise kısmı, aralardan becerebildiğim kadarıyla bu fotoğrafı çektim.
Bana göre müzede sergilenen en önemli ya da ilgi çekici eser bu atlar. Çok çile çekmiş bu atlar. Atların ilk yeri İstanbul’daki hipodrom kapısıymış. Venedikliler çok güzel bir planla bir gece atları kaçırıp, buraya getirmiş ve bazilikanın kapısının üstüne koymuşlar. Napolyon işgalinden sonra Napolyon “Olmaaaaz!.. bu atların yeri Paris” deyince, atlar buradan da sökülüp Paris’e gitmişler. Ancak, orada da çok uzun kalmamışlar, tekrar Venedik’e gelmişler ve Bazilikanı giriş kapısını üzerinde yerlerini almışlar. Bir süre sonra atların dışarıda yıprandığı görülmüş ve zavallı atlar yeniden yerlerinden sökülüp içeriye müze kısmına alınmışlar. Müzede gördüğümüz atlar orijinal olanlar, dışarıda kapıdakiler ise bire bir yapılan kopyaları.
Bazilika kapısını üzerinde olan bu tasvir ise, Osmanlı dönemini anlatıyor; o zamanlar İstanbul’da ölenler orada defnediliyor, cenazelerin dışarı çıkarılmasına izin verilmiyormuş. Venedikliler ise mutlaka cenazelerini getirmek istiyorlarmış ve buna bir çözüm bulmuşlar. Küfelerin altına mezarlardan çıkardıkları kemikleri koyuyorlarmış üzerine de domuz eti!!! Çıkarken yapılan kontrol sırasında eti gören Müslümanlar aynen bu resimdeki gibi “aman aman uzak tutun şunu” dediklerinden cenazeler kolaylıkla getiriliyormuş.
Burası bazilikanın karşısındaki Çan kulesi yukarıdan manzara çok güzelmiş ama çıkamadık. Bu fotoğrafı daha sonraki gidişimde çektiğim için yerler kuru, resimde gördüğünüz ters çevrilmiş masalar su bastığında hemen düzeltiliyor ve onların üstünde yürüyorsunuz. Bazilikanın tepesinden baktığınızda sol tarafınızda dükler sarayı ve denizden gelenleri karşılayan iki sütün var. Sütunlardan birinde Venedik’in simgesi kanatlı aslan diğerinde ise Aziz Theodorus’un heykelleri var. Yukarıdan Venedik manzarasına hayran kalıyorsunuz.
Bazilikanın yanında saat kulesi var. Bu kulede çanı dövenler; zamanın geçtiğinin simgesi biri genç, diğeri yaşlı iki figür. Onların altında da Venediğin simgesi; kanatlı aslan.
Ve gondol sefası!!! Venedik ve gondol ayrılmaz ikili. Maalesef gondol sefaları biraz pahalı, 20 dakikası 80 Euro.
Gondolcuyla bir köşede pazarlık yapabilir, 5-10 Euro kadar indirim alabilir ya da orada bekleyip “başka gondola binmek isteyen var mı?” diye sorabilirsiniz. Bir gondol en fazla 6 kişi alabiliyor, yani 10 Euro civarında bir paraya bu işi halledebilirsiniz. Venedikle ilgili aldığım tavsiyelerden birisi de çok sıcaklarda gidilmemesi zira kanallarda koku olabiliyormuş.
Gidilebilecek iki küçük adası Murano ve Burano'dan vaktimiz sadece Murano’ya gitmeye yetti.
Bu adalara vaporettalarla gidiş çok kolay.
Cam işleriyle ünlü, Murano’daki atölyelere gidip cam objelerin yapım aşamalarını izleyebilirsiniz.
Burada el yapımı cam süs eşyaları, takılar daha birçok farklı şey bulabilirsiniz.
Burano ise dantel işleriyle ünlü, ben henüz gidemedim ama gidenler çok güzel şeyler olduğunu söylüyorlar. Venedik’in diğer bir ünü ise gerçekten çok pahalı olması, esnafa göre her şey gemiyle geldiği için pahalı oluyormuş ama bana biraz turist kazıklama gibi geldi. San Marco meydanı yok artık dedirtecek kadar pahalı ama arka sokaklara girdiğinizde gayet makul restoran ve kafeler bulabilirsiniz.
Bu tür dükkanlar oldukça fazla ve bu rengarenk makarnalar onları almanız için size bakıyorlar, fiyatları 3-4 Euro arasında.
Venedik bitti mi? Hayır bitmedi, ama bizim gezi bitti. Gezilecek saraylar ve müzeler var, Burano adası var, görülecek danteller var.
Sanırım bir Venedik yazısı daha gelebilir.
1 Şubat 2015 Pazar
ORDAN BURDAN-6 Çorlu Yeniden
Geçtiğimiz Cumartesi günü Çorlu
çarşısında zaman geçirmem gerektiğinde aklıma restorasyonu bitirilen tarihi
Çorlu Belediye binasını ziyaret geldi.
Restorasyon yapımı sırasında içine girmiş, çalışmaları gözlemiş, hatta fotoğraf makinemle belgelemiş ve bu yazımdabahs etmiştim.
Görmek için sabırsızlıkla bitmesini beklediğm gün bugün.
Binanın dış görünüşü cezbedici, içi de eminim öyledir diyerek girdim. Ben sıradan bir vatandaş olarak bir tarihin kazanıldığı bu çalışmayı beğendim ve beğenicem.
Salonların kimi eski kullanımına uygun olacağı düşünülerek bekleme, kabul ve toplantı odaları şeklinde düzenlenirken kimileri sergiler için ayrılmış.
İlk salondaki birkaç resim
arasında göze çapan çeşmeler konulu gravürde Ayça Çevikelli Hocamın imzasını
gördüm. Üst katta Bir Zamanlar Çorlu (Aslında Bir Zamanlar Türkiye de olabilirdi, adı)fotoğraf sergisi var. Çorlu
Ortaokulunun o dönemde tüm okullarda giyilmesi zorunlu askeri(!) şapkalarıyla
öğrencilerinin, genç hanımları iş sahibi yaparak satış hedefleyen, Singerin dikiş makinesi kursundaki genç
kızların,
küçüklüğümde çok gördüğüm, mahalle aralarında hadi kocaoğlan bayıl denilerek numara yapması istenen
zavallı esir ayı ve yoksul sahibinin fotoğrafları birer hazine. Sergide daha neler var neler.
Örneğin gelin kıyafetiyle bir bayramda kız çocuklarının, küçükken çok çevirdiğim, en
popüler oyuncağımız çember elinde bayrama katılmış
minikler ile farklı zaman ve
sebeplerle şehri ziyarete gelen Atatürk ve İnönü’nün fotoğrafları. Düşündüren
sergide en çok şunu sordum. Kız çocukları bayramlara neden gelin kostümüyle
katılıyorlardı acaba? Başka kostümlerle de katılıyorlardı ama anımsıyorum
gelinliksiz bayram olmazdı. Bu kadar saçma bir bayram teması olur mu hiç.? Gidip ziyaret ederseniz
daha bir çok fotoğrafın sizi şaşırtacağını göreceksiniz.
Eskiden Çorlu Panayırı diye bir
şey varmış. İlk kez duydum. Güzel ve canlı bir etkinliğe benziyor. Belediye bu panayırı
tekrar canlandırmak ister mi acaba?
Kendi çektiklerim yanında sergiye katkıda bulunmak için verilen fotoğrafların fotoğraflarını da kullanarak size fikir verebildiğimi düşünüyorum. Çorlu yazılarımı okumak için tıklayınız lütfen.
30 Ocak 2015 Cuma
LYON
Fransaya son gidişimde yaptığım Lyon seyahatimi okumanız için BASİT.biz'de yayın linkini tıklayınızefendim.
21 Ocak 2015 Çarşamba
ROMA
Mine Kayam
Roma!... hep merak ettiğim, gitmek istediğim, ama bu
isteğimin hiç gerçekleşmeyeceğini düşündüğüm ve sonunda ziyaret edebildiğim imparatorluk
şehri. Floransa ve Toscana macerasından sonra ancak akşamüstü 16:00’da varabildiğimiz Roma'ya girerken gördüğüm surlar bana İstanbul’u hatırlattı.
Tarihi Porta Maggiore kapısıyla aynı isimli meydanın
civarında olan otelimizi kolayca bulduk. Roma için de Floransa kuralı geçerli, arabayla girmek yok, hem trafik çok yoğun hem de birçok
caddeye motorlu taşıtların girmesi sınırlandırılmış ve eğer bu caddelerin hangileri olduğunu bilmiyorsanız
ceza yeme olasılığınız çok yüksek. Neyse ki bu sefer, şehir merkezine çok uzak
olmayan ve de ücretsiz otoparkı olan bir otel bulduk .
Çok sıcakkanlı olan otel görevlisi evine gitmek için bizi
bekliyordu. Biz 24 Aralık gibi onlar için çok önemli olan bir günde
gelmiştik; Noel Arifesi, buna rağmen bizi çok güler yüzle karşılayıp gerekli
tüm bilgileri verdi. Hatta bir turist için gerekli olan her şeyi yazıp fotokopi ile
çoğaltmıştı: çok güzel bir hizmet. Üstelik her yer kapalı olabilir, ihtiyaç duyabiliriz diye üç tane de otobüs bileti verdi. Yerleşene kadar saat akşam beş oldu, bizim için erken ama her yer Noel
nedeniyle kapalı, herkes evine gitmiş. Biz de erkenden odaya tıkılmak
istemeyince yine imdadımıza otel görevlimiz yetişti. Bizim için taksi
çağırdı, taksiye kadar götürdü ve taksiciye nereye gideceğimizi söyledi. En hareketli
yerler Campo dei Fiori ve Piazza Venezia dedi ve de haklı çıktı. Bu
meydanlar ve çevresindeki sokaklarda bizim gibi birçok turist vardı.
Meydandaki noel ağacı, çok güzel süslenmişti.
Kahvelerimizi içerken karşımızdaki bu tarihi bina ve Vittoria Emanuel II’nin anıtı olanca haşmetiyle bize
bakıyordu.
Via del Corso, alışveriş caddesi de dükkanlar kapalı
olmasına rağmen umduğumuzdan daha hareketliydi. 25 Aralık Noel günü Roma
da olmak düşündüğüm kadar kötü değilmiş. Sabah ilk iş olarak otele yakın olan Termini
tren istasyonunu bulduk.
Roma’da
Termini’ye uğramadan olmaz. Uçakla gidin, trenle gidin ya da bizim gibi özel
araçla gidin yolunuz mutlaka Termini’ye düşüyor. Hemen hemen tüm otobüsler
buradan geçiyor, yani her turistin ilk uğrak yeri burası. İçinde her şey var; mağazalar, kafeler ve restoranları ile sanki küçük bir şehir. Biz turizm ofisini bulmak ve Roma Pass almak amacıyla gittik ve şansımıza
çok kolay bulduk. Ofisin saat 11:00’da açılacağını duyunca da çok sevindik. Evet Roma’da ulaşımla ilgili bilgiye çok ihtiyaç var. Öncelikle
Roma Pass’dan başlayayım. Bu, Roma şehrinde geçerli, ilk iki müzeye ücretsiz girebileceğiniz, diğer müze biletlerinde indirim sağlayan, üç günlük bir kart. Bundan başka
tüm tren ve otobüslere bu kartı kullanarak ek ücret ödemeden
binebiliyorsunuz. En güzel, sağlıklı ve güncel bilgiyi web sitesinden
bulabilirsiniz. İlk
anda pahalı gelebilir ama müze fiyatlarının çok ucuz olmadığı dikkate
alındığında, 36 Euroluk bedel makul gözüktü bize. Örneğin; Kolezyum ve Borghese müzeleri
toplam 23 Euro tutuyor, üstüne tren ya da otobüse bindiğinizi düşününce,
parasını çıkarıyor. Fakat yine de kişisel tavsiyem; bunu almadan önce nerelere
gideceğinizi iyi hesaplayın ona göre alın, çünkü Roma’da her yere yürüyerek
gidebilirsiniz, hatta gitmeniz gerekir başka türlü o tarihi atmosferi hissedemezsiniz.
Floransa’ya açık hava müzesi demiştim, ama o zaman daha Roma’yı görmemiştim. Bu arada, ulusal müzelere girişin 18 yaşın altındaki
çocuklara ücretsiz olduğunu, ofisteki görevli uyarınca öğrendik. Bu nedenle,
Altar’a kart almadık.
Bu setin içinden bir kart, bir harita ve işinize yaracak
gerekli bilgilerin olduğu bir kitapçık çıkıyor. Otobüs biletleri tek bilet 1,5 Euro ve 100 dakika geçerli, eğer
bu süre içerisinde başka bir otobüse binerseniz aynı bileti gösterebiliyorsunuz. Ancak trende kullanırsanız tek
kullanımlık. Bunun dışında biletler; günlük (6 Euro), 3 günlük (16,5 Euro) veya
haftalık( 24 Euro) olarak alınabiliyor. 10 yaşa kadar çocuklar ücretsiz.
Biletlerinizi bazı yeni otobüslerin içinde makinadan da alabiliyorsunuz ve yine makinalara onaylattığınız biletinizi beklenmedik bir anda gelen kontrolöre göstermeniz gerekiyor.
Roma gibi her zaman yoğun olan bir şehirde böylesine boş sokaklardan büyük bir zevkle geçerek, Terminiye yürüme mesafesindeki ilk ziyaret noktası, heybetli Santa Maria Maggiore bazilikasına geldik.
Bazilikanın içi de dışı gibi etkileyiciydi. Burada üç poz çekmişim ama
en iyisi bu olmuş maalesef. Bu resimde üst tarafta sarı olan kısmı biraz
büyüterek bakarsanız meşhur illuminati’nin sembolü olan üçgen içindeki gözü
görebilirsiniz. (Fotoğraf çekmeyi ilerletmem lazım…)
Burası da bazilikanın arka tarafı.
Tahmin edeceğiniz gibi sıradaki yer, sabırsızlıkla görmeyi beklediğim, 2007 yılında dünyanın yeni yedi harikasından biri seçilen Kolezyum.
Kolezyum içine girmeden bile çok heybetli görünüyor.
Bu gördüğünüz kısım, dövüşlerin yapıldığı yerin altında
kalan kısım, daha iyi anlaşılsın diye üstünün bir kısmını (çok eskiden de olduğu
gibi) tahtayla kapatmışlar. Kolezyum’um bulunduğu yer aslında imparator Neron’un
sarayının suni gölüymüş. Neron’dan sonra gelen Vespasian, Neron gibi despot olmadığını,
halka daha yakın olduğunu, onların eğlenmesini ve mutlu vakit geçirmelerini
istediğini anlatmak için Kolezyum’u yaptırmış. Burada sadece gladyatör
dövüşleri yapılmıyor, halk orada günü geçirip eğleniyormuş, oyunlar oynuyorlar,
mangal sohbetleri yapıyorlarmış.
Bu resim, kazılarda bulunanlardan esinlenerek yapılmış.
Taşların üzerindeki resimlerden bugünkü dama, tavla türü oyunlara benzer
oyunlar oynadıkları tahmin ediliyormuş. Ama eğlencenin büyük kısmı maalesef
hayvan ya da gladyatör dövüşleriymiş. Kolezyum bence çok etkileyici bir yer, taşlara elimiz koyup
gözlerimizi kapattık ve o zamanı hissetmeye çalıştık…
Kolezyumdan sonra Roma Foruma geçiyorsunuz. Biz tekrar bilet
alıp girmedik, isterseniz 7 euroya bilet alıp burayı da daha detaylı gezebilirsiniz.
Burasını da görür görmez Efes harabeleri aklıma geldi.
Burası Arch of Konstantin; İmparator Konstantinin zaferini
kutlamak için yapılan kemerli anıtsal yapı.
25 Aralık’ta Roma'da olmanın keyfi en çok burada çıktı. Sabah sokaklarda neredeyse hiç araba yoktu, sadece bizim gibi turistler vardı. Roma Forum’da yine yürüyerek bizdeki adıyla Aşk Çeşmesi,
orijinal adıyla La Fontana di Treviye gittik. Roma’ya
gelip de burayı görmeden olur mu? Neredeyse
Kolezyumdan daha önemli hale gelmiş, e bir de tekrar buraya gelebilmek için omzumuzun
üstünden para atacağız. Fakat o da ne? Olamazzzzz ama gerçekten olamaz. Bu
manzarayı görünce eminim hepiniz aynı şeyi söylerdiniz.
Çeşmenin aslı bu, internetten aldığım bir resim.
Bizim gördüğümüz de bu!..
Çeşme bakıma alınmış!
Benim yerimde kim olsa hayal kırıklığına uğrardı.
Sonrasında yine yürüyerek ulaşabileceğiniz Pantenon;şaman tapınağı, var. Yıldırım ve Altar girmek
istemeyince, belki bir daha geliriz düşüncesiyle tamam dedim.
Akşam gittiğimiz Via
Del Corso bu bölgede. Alışveriş yapabileceğiniz uzun cadde Piazza Venezia’dan
başlayıp Piazza Popolo da bitiyor.
Sırada İspanyol merdivenleri var, buraya gelip de merdivenlerde fotoğraf çektirmeden olmuyormuş, bizde geleneğe uyduk. Hemen araya önemli bir
bilgi sıkıştırayım, burada halka açık
tuvalet var. Roma’ya giderseniz bu bilginin ne denli önemli olduğunu anlarsınız
yok, hiçbir yerde tuvalet yok. Mc Donald’s a gittik, kuyruk giriş katına kadar inmişti.
Tuvalet demişken yine bir ayrıntı, burada tuvalete girdiğinizde bir türlü
sifonu veya musluğu bulamayabilirsiniz. Çoğumuz artık sensörlü olanlara alıştık
ama burada yere bakın, yerde klozetin yanında ayağınızla basacağınız sifon
düğmesi var, muslukta aynı şekilde lavabonun altında ayağınızla basıyorsunuz.
Umumi yerler için bana oldukça sağlıklı geldi ama ilk seferinde epeyce bir
arayıp bulamamış ve sormuştum.
Sırada Borghese Galerisi var. Burayı gezmek için mutlaka önceden rezervasyon yaptırmanız gerekiyor. Bileti internetten alabilirsiniz, o zaman
zaten saatli alıyorsunuz fakat gişeden almaya kalksanız bile bileti aldım hadi
gireyim yok. Her iki saatte bir grup alıyorlar ve içeride kalma süreniz iki saat. Detaylı ve güncel bilgi için tıklayınızlütfen.
Borghese Galerisi, aynı isimli çok büyük bir parkın içinde. Vaktiniz
varsa bu güzel parkta dolaşmanızı tavsiye ederim. Burası Borghese ailesine
aitmiş ama 1902 yılında tüm parkı, bahçeleri ve binaları İtalyan hükümeti satın
almış ve müze olarak halka açmış. İki katlı ve yirmi odalı müzede resimler ve çoğu Bernini’nin Borghese ailesi için yaptığı heykeller sergileniyor. Borghese ye geldiğinizde gördüğünüz heykeller aklınızı başınızdan
alabilir. Bu heykelleri yapanların önünde gerçekten saygıyla eğilmek gerekiyor,
yetenek ve sanatçı kelimeleri farklı bir anlam kazanıyor.
Apollo ve Yunan mitolojisine göre koşarken ağaca dönüşen Dafne
ve villanın tavan süslemeleri.
Caravaggio’nun David with the Head of Goliath isimli tablosu.
Günümüz sanatçılarından Mat Collishaw’a ait masum insanların kıyımı(The Massacre of the Innocents) adlı eserdeki küçük heykelcikler inanılmaz bir detayla yapılmış. Birden ışıklar sönüp dairesel eser dönmeye başlayınca ne olacağını merakla bekledik. ..Ve tüm bu minik heykeller canlandı, gerçekten görülmeye değer bir şeydi. Aslı kadar etkileyici değil ama yine de bu videonun size fikir vereceğini düşünüyorum.
Müzeden sanata doymuş bir şekilde ayrıldık. Müzeye zorla soktuğum
Yıldırım bile iyi ki gelmişiz dedi. Galeri çıkışı hadi otobüsle dönelim dedim,
hedefimiz Novana meydanı, ama yeni bir İtalya problemi, otobüs durağından otobüs
geçmiyor ve kimse nedenini bilmiyor… değişmiş, internet sitesine göre otobüs oradan geçiyor ama yok!
Eh… hadi bakalım yola koyulalım dedik ve Novana meydanına yürüyerek ulaştık.
Otobüs sorunu yüzünden planda biraz aksama oldu ama, olsun Roma’da dolaşmak her
zaman güzeldi.
Piazza Novana’ya hava kararmaya başladığında ulaştık, çok
güzeldi, İspanyol merdivenlerinden daha çok beğendim. Kafeler, restoranlar
oldukça kalabalıktı. Buradaki Dört Nehir
Çeşmesi en beğendiğim çeşmeydi, tabi
aşk çeşmesini göremediğim için olabilir. Bu çeşme dört kıtayı temsil ediyormuş,
daha doğrusu dört kıtadaki önemli nehirleri, Afrika’da Nil, Avrupa’da Tuna,
Asya’da Ganj ve Amerika’da Rio de la Plata.
Hava kararmaya başladığı için ışıklandırma vardı ve çok
güzeldi.
Bu da yine meydandaki başka bir çeşme. Aslında Roma’daki
çeşmeler diye başlı başına ayrı bir yazı olabilir, hepsi çok güzeller ve hepsinin
ayrı bir hikâyesi var.
Bir süredir burada yaşadığımdan mıdır bilemiyorum, bu tür
reklamları görmeye bayılıyorum.
İçilen kahveler ve yenilen tiramisulardan sonra otele
döndük.
Son
günü Vatikan’a ayırdık. Buraya kadar gelip Vatikan Müzeleri görülmeden olmazdı.
Roma Pass Vatikan’a giden otobüsde geçerli, ama tahmin edeceğiniz gibi ayrı bir
ülke olduğu için müzede geçerli değil.
St Pietro Meydanı ve Kilisesi. Meydan müthiş ve ben bu önemli
kiliseye girmek, Michelangelo’nun Pieta’sının orijinalini görmeyi
çok istiyordum, ama ne mümkün! Giriş ücretsiz ama önünde bir haftalık kuyruk
var.
Bu, kuyruğun küçük bir kısmı.
Vatikan Müzeleri için bileti bir hafta önceden internetten
alırken, üçümüz için 12 Euro fazla ödediğimiz için bana kızan Yıldırım, müze
önündeki neredeyse bir kilometrelik kuyruğa rağmen VIP gibi içeri girince bana
hak verdi. O kuyruğu gören kişi değil on iki, yirmi iki Euro bile fazladan
verirdi. Pazar günleri Vatikan’da halk günüymüş ve müze ücretsizmiş,
eğer sabah ezanıyla oraya dikilmeyecekseniz hiç tavsiye etmem. Bu müzeye doğru yürürken St Pietro Meydanında önünüzü birçok
serbest çalışan rehber kesiyor, Kolezyum’da da vardı, ama biz ilgilenmemiştik.
Bu sefer merak edip ne yaptıklarını nasıl çalıştıklarını sordum. Müzeyi
rehberli gezmek için grup yapıyorlarmış, daha önemlisi o kuyruğu atlatıyorlar, rehber bilet parası hariç 25 euro istedi. Bizim elimizde biletleri görünce biraz hayal
kırıklığı yaşadı. Bileti olmayanlar o kuyruğu görünce kabul edebilirler diye
düşündüm. Vatikan müzelerini anlatmak için birkaç günlük yazı gerekir.
Gerçekten çok büyük zaten adı da Vatikan
Müzeleri, birkaç tane müze var. Dünyanın en büyük müzelerinden birisiymiş.
Toplam dört müze var, bunlardan Pio- Clementine müzesinde Sistine Şapeli de dahil toplam 54 galeri var. Yolumuzun
üstünde ve de girişte neden bu kadar çok rehber olduğunu içeri girince anladım. Bütün o koridorlar ve galeriler içinde biz yolumuzu kaybettik, internetten
müzenin krokisini bulup yolumuzu bulduk.
Bu müzeyle ilgili tavsiyem, bileti internetten almanız
dışında; eğer rehber istemiyorsanız mutlaka müzeyle ilgili bir şeyler okuyup gidin, en azından müzenin krokisini
internetten bulup indirin. Detaya girerseniz tüm gününüzü alabilecek bir müze.
Tavan süslemesi ve hayvan figürlerinin sergilendiği salon.
Haritalar
koridoru benim çok ilgimi çekti.
Yuvarlak salon;yerdeki mozaikler harikaydı.
Sonunda Hristiyan dünyasının kalbi, herkesin görmeyi
istediği Sistine Şapeline ulaştık. İçeride fotoğraf çekmek yasak, olsun bende
hafızama kazımaya çalışırım dedim. Ama o ne! Hani iş çıkışı belediye otobüsüne
binersiniz sıkış tepiş, bir de şoför size ilerleyelim hanımlar beyler,
boşlukları dolduralım der ya aynen öyle! Görevliler sürekli ilerleyin diyor da
nereye? İstesem de fotoğraf çekemem, kollarımı kaldıramıyorum ki! Tavana bakmam
lazım çünkü burada Michelangelo’nun diğer bir şaheseri, Yaratılış eseri var. Michelangelo, asılı bir iskelede tam üç yıl boyunca gece-gündüz,
geceleri kafasındaki taçta yanan mumların
ışığında bu tabloyu bitirmiş. Eh işte 5-10 saniye bakabildim ve kelimenin tam
anlamıyla dışarıya ittirildim. Bu karmaşaya hazırlıklı giderseniz belki bir
duvar köşesi kapıp duvarlara ve tavana bakabilirsiniz çünkü hepsi birer
şaheser.
Bu güzel merdivenle müzeden ayrılıyorsunuz.
Castel Sant’Angelo’ya (Aziz Angelo
Kalesi) St Pietro meydanından yürüyerek gidebilirsiniz, çok yorgun
olduğumuz için biz giremedik. Roma Pass burada da geçerli. Tiber Nehri
kenarındaki bu kale de gezilmeye değer yerlerden birisi. Bu kale ile St Pietro
kilisesi arasında gizli geçit varmış, bir zamanlar hapishane olarak
kullanılmış.
Biz keseduralım onlar zeytin ağaçlarına gözleri gibi
bakıyorlar, bu yol büyük saksılardaki zeytin ağaçlarıyla süslenmişti.
Bana göre Roma daha bitmedi ama bizim gün ve de tatil bitti,
Trevi Çeşmesine para atamadık ama ben tekrar gelmeyi ümit ediyorum.
Roma ve Floransa gezisinde tek olumsuz şey, sokak satıcıları
idi, bu iki şehre kadar hiç bu kadar rahatsız olmamıştık, ama burada resmen
kolunuza yapışıyorlar. Cüzdanınıza, kameranıza, telefonunuza çok iyi sahip
çıkın. Özellikle makinalardan bilet alırken hemen yanınıza gelip yardım etmek
istiyorlar. Otel görevlisi bizi taksi şoförleri için de uyardı; "Mutlaka
taksimetreyi, tarifeyi görün kontrol edin". Gideceğiniz yeri iyi bilin, maalesef
taksi şoförleri turistleri epeyce dolaştırıyorlarmış.
Son gün bilgisi de otel görevlisinden geldi. Biz Pazar günü
hazırlandık ve erkenden yola çıkmak istedik, ancak, pazar günleri Roma’da özel
araçların öğlen on ikiye kadar trafiğe çıkması yasakmış. Biz de öğle vakti
hareket ederek ceza yeme riskinden kurtulduk.