AmeriGO Vespucci gitmişse
ben de giderim-2
ben de giderim-2
Üçüncü gün;
Sabah
dünkünün aynı berbat bir kahvaltı sonrası Atlanta aktarmalı olarak Asheville’e
erişmek için havaalanına gitmeden önce iki saat kadar zamanımız vardı. Bu süre
içinde Birleşmiş milletler binasını yakından görmek üzere çıktık. Binanın
bahçesinde üye ülkelerin bayraklarını görmeyi ummuştuk ama yoklar. Bir anlam veremedik. Bina, turist ziyaretine açık
ancak biletler kesinkes önceden ve elektronik ortamdan satın alınmalı. Aksi
halde kimseyi içeriye kabul etmiyorlar.
Otelden valizimizi alıp servisle ki kendisine bir avuç dolusu para ödenmiştir,
zorlu trafikten sıyrılıp Lincoln tüneliyle(yüzyılın atılımı(!) Marmaray
gözümüzün önünde canlandı.) deniz altı, aslında Hudson nehri koridorunu aşarak
New Jersey, uluslararası Newark havaalanına gittik.
NJ‘de pırıl pırıl bir
güneş ve yumuşacık bir hava var. Havaalanına girişte valiz taraması, üst baş
çıkarma gibi güvenlik önlemleri yok. Sadece uçağa geçişte çok ciddi bir polis
kontrolüyle her yaştan çocuklar dahil, herkesin
ayakkabısını çıkarttırdılar. Ayakların kirlenmesi, yere basmanın verdiği rahatsızlık kimsenin umurunda değil. Galoş vermiyorlar. Burada gelen ve
giden yolcuların aynı salonu kullanması dikkatimizi çekti. Gidecek olanlar rahat koltuklarında beklerken körükten çıkanlar onların arasından geçip gidiyor. Dolayısıyla pist,
bekleyen her kesin görüş alanında.
Tuvaletteki enjektör atık kutusu dikkatimi çekti. Vardır bir hikmeti dedim. Ne diyeyim! Uçağın en arkadan ikinci sıra, penceresi
motorla yarı kapanmış koltuğunda seyahat ediyoruz. Süper ötesi(!) bir yer. Su, meyve suyu ve de fıstık servisi başladı. Hostes talep eden yolcu için buz
poşetini çıkardığında birbirine yapışmış buzları ayırmakta hiç zorlanmadı. İki
eliyle tutup torbayı çat diye yere vurdu.
Sonuç:
Mükemmel ayrılma, Hijyen: O da ne? Delta havayollarının hostesleri alışılmışın
dışında sanki evden gelmiş işini yapıp tekrar eve dönecekmiş gibiler.
Yaptıkları işin yaşla başla ilgisi yok ama alışmışız genç ve bakımlı olmalarına
değişik geldi.
İki
buçuk saat kadar süren seyahatimiz sonunda Atlanta’dayız. Bir diğer, hatta
artık, adı:Hartsfield- Jackson Atlanta İnternational Airport imiş. Dünyanın en
büyük havaalanlarından biri. Gerçekten çok büyük. Birbirine paralel yedi adet
terminali varmış. Gelen ve giden yolcular Newark’ta olduğu gibi aynı salonda. Hatta körükten çıktığınızda: Şehrin
çok yoğun, popüler bir sokağındayız, alışverişe çıkmış ve acıkmış insanlar
restoranları doldurmuş yemek yiyorlar.
Yaşattığı duygu tam olarak bu..
Yolcuların vakit geçirmesi için bir şeyler yapmışlar ama en çok da restoran kondurmuşlar. Boşuna obez değiller. Atlantada Asheville’e aktarma yapmak için bir saatten fazla bir süre beklememiz
gerekiyor. İndiğimiz ve aktarma yapacağımız terminalin arası epeyce
uzak. Hal böyle olunca aktarma yapacaklar için terminaller arası geçiş yaparken hızlı olmak gerek. Uzun yürüyüş ve yürüyen merdivenlerden sonra terminaller arası hizmet veren, ücretsiz havaalanı trenine
bindik. Nereden binilecek diye endişeye gerek yok. İhtiyaç olduğunu siz değil o
biliyor. Gereken yerde yolunuzu kesip buyur ediyor. Atlanta Georgia eyaletinin
başkenti ve şeftali kentiymiş. Güneye indiğimiz artan sıcakla hemen kendini
belli etti. Buralara yaz gelmiş. Bizim valizde bereler, kazaklar onlar askılı elbiseler,
şortlar ve terliklerle geziyorlar. Neyseki yazlıkta getirmiştik. Uçuş
saatimiz geldi. Yine Delta amaaa bu kez
en kral yer. En arka! Başka ne isterim ben en arkaya konuşlanmışım, pencerem
yok. Şamda kayısı(!) Kimseyeeee
eeetmeeeem şikayeeeett ağlarım ben haliimeeeeee!!!
Gece
saatlerinde Asheville’e ulaştık. Gidiş sebebimiz Ziya’nın bir konferansa
katılacak olması. Bizim gibi dışardan gidenler toplu taşımacılığın zayıf olduğu
yerde arabaları tüketirler düşüncesiyle önceden araç rezervasyonu yapmıştık.
Belgelerimizi alıp söyledikleri yerden aracı almaya gittiğimizde plakasız
araçları görünce yanlışlıkla oto satıcısının yerine girdik diye kuşkuya düştük.
İçeri girip sorduk. Dediler ki: Bizde adet böyledir. Sadece arkada plaka olur.
…ama arkada karton plaka var. Olsun fark etmez. Peki. Bizde alır gideriz. Crown
Plaza Resort Otele, tertemiz, mis gibi ve ferah odamıza yerleştik.
Dördüncü
gün:
Erkenden
şahane bir kahvaltı yapıp Kuzey Karolayna’nın başkenti Raleigh’e gidiyoruz.
Üniversiteye uğramamız gerek. Ziya işini yaparken ben Özge’yle üniversite kampüsünü dolaştım.
Dünyaya çok erken gelmişim. Teknik adam olmadığım halde akademik
çalışma yapan öğrencilerin laboratuvarlarında aklım kaldı. Biraz kıskancım
galiba. Üniversitenin bir kütüphanesi var özençten yere düşebilirdim.
Raflar dolusu kitap, doküman, ne arasan hepsi öğrenmeye amade!
Çalışma alanları son derece geniş, ferah. İster koltuğa yayıl, ister sandalyeye
tüne, ister robota rica et ihtiyacın olanı bulsun, nasıl öğrenmek istiyorsan
öyle... İstediğiniz herhangi bir kaynak kütüphanede yoksa dünyanın neresinde olursa olsun sizin için temin ediyorlarmış.
Wright kardeşler yaptıkları motorlu uçağın ilk
uçuşunu bu eyalette gerçekleştirdiği için plakaların, istisnalar olsa da,
hepsinde First in Flight yazıyor.
Bu
vesileyle öğrendim ki aslında ilk uçuşu Wright kardeşler yapmamış. Yol boyunca
taşımacılık yapan kamyonları görseniz hayran kalırsınız.
Şimdi biri çıkıp ta
Amerika hayranı kadın kamyonu bile beğenmiş yazıyor demesin. Kızarım
valla..Gidin görün ondan sonra isterseniz yine hobi olarak söyleyin. Üstelik ölmeden önce yapılacaklar listemde kamyon kullanmak olan biriyim.
Sarı okul otobüsleri sadece filmlerde yokmuş.
Raleigh içinde dolaşıp biraz tanımaya çalıştık. Meşe ağacıyla özdeşleştirdikleri şehirde görülecek pek bir şey olmadığını
gitmeden önce yaptığım araştırmada farketmiştim. Asheville’e döndük. New
York’ta bir çok binanın dev gibi ve sokak konseptiyle düzenlenmiş iç tasarımları burada normal ölçülerde. Abartı yok.
Beşinci
gün:
Kahvaltının
ardından dağlara vurduk kendimizi.
Müthiş bir doğa içinde Cherokee yerlilerinin yaşadığı köye gittik.
Benim için hayal kırıklığıydı. Niyeyse gerçek bir yerli köyü bulmayı ummuştum.
Teksas, Tommiks çizgi romanlarındaki gibi. Bizimkiler dans ediyor, kırmızı
urbalılar etrafta falan.. Sadece yaz aylarında yaptıkları, Cherokee’lerin
yaşamını canlandıran etkinliklere ilgi çok oluyormuş.
Köyün müzesi ve hem geleneksel el sanatlarının tanıtıldığı hem de ürünlerin satıldığı dükkanlardaki satıcıların çoğu bizim
ifademizle kızılderili.
Tarih kanalında yayınlanan Antik Uzaylılar belgeselinde
izlediğim Amerika yerlilerinin yaradılış efsanesiyle tanıtıma başlanan müzeden etkilendiğimi
söylemeliyim. Cherokee toplumu atalarının denizden çıktığını, bir mağarada
saklanan ateşi almak için yola çıkan kartalın yanıp kararmasından sonra bir
örümceğin mağaraya girip ateşi ağıyla
örüp kapatarak sırtında yeryüzüne çıkardığına inanıyor. Cherokeelerin tarihi,
Amerikalıların gelip onları topraklarından sürmesi hikayesi ajitasyon
yapılmadan güzelce anlatılmış.
Yerlilerle yaşayıp, yerli bölgesini haritalandıran Timberlake adlı kişi, yerli alfabesini kurgulayan Sequoyah ve bizlerin Pocahontas dediğimiz Nancy Ward müzenin aslarından.
Ziyanın haşır neşir olduğu Cherokee mensubu beyle kartvizit alışverişinin ardından müzeyi tam terketmek üzereydik ki bankoda duran amca seslendi.
Müze broşüründe kullanılan fotoğraftaki kişinin kendisi olduğunu, isimlerimizi söylersek elimizdeki broşürü imzalayacağını söyledi. Kırmadık kendisini üstelik onu tanımaktan mutlu olduk. Kendimize bir Cherokee kilimi alıp büyük dumanlı dağlara; Great Smoky Mountain, tırmandık.
Dağların
Clingmans tepesi yerlilerin kutsal saydıklarındanmış.
1800 lerde, Cherokee’lere
yapılan etnik temizlik ve topraklarından sürülmeleri sürecinde gözyaşı yolu
dedikleri dağ, onlar için göç, ruh, mistisizm, askerlerden korunma ve yuvayı
simgeliyormuş.
Dağın; günümüzde bir çok yerli ya da değil bir çok kişi için yuvayı
simgelediği söyleniyor. Peki uçsuz bucaksız gibi görünen puslu tepeleri ve
geniş atmosferiyle sizler için neyi simgeliyor olabilir? Vaktinde yol açma, maden arama ve ev yapımında kullanmak için antik ağaçların çoğunu kesmişler. Zaman içerisinde yüzde
sekseni katledilen asırlık ağaçların yerine yenilerini yetiştirmişler.
Unesco
Dünya Doğal Mirasındaki muhteşem dağ ortalık yeşillenince katmerlenen
manzarasıyla eminim ki insanı kalbinden
vurur. Bu kadar oyalanmak yetti. Dağdan ayrılıp saat beş gibi otele döndük.
Akşam
üzeri aracımızı firmaya teslim edip, dağ havası yorsa da pek aldırmayıp şehri
dolaşmaya çıktık. Asheville yaklaşık 250 bin civarındaki nüfusuyla küçük,
sevimli ve güvenli bir şehir izlenimi
veriyor. Taksi şoförüne sevimli, küçük şehriniz.. diye başlayan bir cümle
kurunca aynadaki gözleri küçük müüüü diyerek dışarı fırladı. Güneylilerin
konuşmaları biraz değişik. Pes perdeden ve yayarak konuşuyorlar. Çoğunu anlamakta zorlandım.
Altıncı
gün;
Kahvaltımı
yapmış şehre gitmek için beklerken Özge geldi. Ramiz konferansa Özge ve ben
şehre. Epeyce dolaştık.
Şehrin kaldırım ve yaya geçitlerinin bu melek figürüyle donatılmış olmasını şirin buldum. Adı Çikolatayla anılan bir dükkanı arıyorum, Özge önceki akşam gittikleri çok hoşuna giden kafeyi.
Meğer ikimiz de aynı yeri arıyormuşuz. Tatlıları güzeldi. Yedik içtik. Kişi başı
bir dolar ödeyerek otobüsle Asheville Mall’a gittik.
Kocaman bir yer olması
bizi aldattı tabi. Hiçbir şey yok desem inanın. 80’lerden kalma gibi kıyafetler çekmedi bizi tabi öyle boş boş dolaştık. Çoluk çocuk otomobille seyahat ediyor
olunca toplu taşımacılık zayıf kalmış. Dönüş için beklediğimiz otobüs otobüs bir türlü gelmeyince Özge’nin
aramasıyla Ramiz servis yaptı da otele döndük. Burada son günümüzdü. Vedalaşıp
ayrıldık. Bi ton para verip havaalanına gittik. Keşke aracımızı teslim etmeseymişiz.
Minik Asheville havaalanında piste bakan geniş pencereli alana güneşlenerek beklemek isteyen yolcular için sallanan sandalyeler koymuşlar. Gelirken kat ettiğimiz yolları geri gittik. Atlantaya uçup aktarmayla New Jersey, Newark havaalanına
ve
terminal önünden saat 01:00 de kalkan otobüsle
Times meydanına .. Yol iz bilmeyen,
sinirlerimi ayağa kaldıran bir taksici bizi Çin mahallesindeki otelimize
götürdü. Mayor otel’in yatağı yorganı temiz gibi görünse de önerim oradan
kaçmak yönünde.
Önceden ödememizi yaptığımız ve NY otelleri çok pahalı olduğu
için biz kaçamadık.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder