EDİRNEKAPI KARA SURLARINDAN KARİYE MÜZESİNE...
8
Mart 2014 Cumartesi sabahı her İstanbul gezisinde olduğu gibi sabah altı otobüsünde
koltuğuma yerleşip uyumaya hazırlanırken otobüs muavininin taze poğaça
ikramıyla uykum başka bir zamana ertelendi. Sabah altı, altıbuçuk Çorlu-İstanbul
otobüsünde sıklıkla yapıyorlar. Yediğimden değil ama tazeliğine
dayanamadığımdan alıyorum. Düşünsenize fırından yeni çıkmış, sıcacık,
yumuşacık, mis gibi kokusuyla her biri küçük sevimli birer kesekağıdına
koyulmuş. Alırım ben bu poğaçayı. Sakin bir yolculuk sonrası İstanbul’a
ulaştım. Korku tüneli Esenler otogarından raylı sistemleri kullanarak buluşma
yerine herkesten hatta rehberimden bile önce gittim. Bilirsiniz gelenektendir okula, işe en
uzaktakiler en önce gelir de diğerleri bir parça gecikir. Kimse gecikmedi tabii ki yani lafın gelişi diyorum. Buluşma noktamız Edirnekapı
Fatih Sultan Mehmet heykelinin önüne geldim. Azametli bir heykel beklerken ne
görsem beğenirsiniz. Ufacık bir şey. Sanırsınız İstanbul’u alan, dünyaya nam
salan adamın değil mahalle muhtarının heykeli.
Heykelin
önündeki minik fışkiyeleri havuz zannedip yüzmeye kalkmamızdan endişe ederek bir
uyarı tabelası koymuşlar. Birkaç fotoğraf çekmiştim ki rehberimiz, bilgi ve
neşe kaynağımız Ahmet Faik Özbilge geldi. Kahvaltı yapmamış. Vaiz sokakta adı
sanı olmayan minik bir çorbacıya girdik.
İkinci
kahvaltı olarak çorbayı içip tarifini almıştım ki gezginler birer ikişer geldiler.
Tanışma faslını halledip yola çıktık. 1985 yılında İstanbul’un Unesco dünya
mirasına giren alanlarından karasurları bölgesindeymişiz.
Bilenler var, bilmeyenler için tekrarlıyayım; Dünya miras listesinde olan
herhangi bir yeri görünce Mars’a gitmiş kadar heyecan duyuyorum. Ahu Aysal’a
duyurulur. İlk olarak Edirnekapı surlarının tepesine çıktık. Çıkış
merdivenleri, 6-8-10 dik üçgeninin hipotenüsünü
düşünün kenar korkulukları olmayan, işte öyle bir yer.
Genel
bilgi paylaşımı ve gezi dokümanlarını sur üstünde aldıktan sonra korkuyla
çıktığımız merdivenlerden inerek Hoca Çakır caddesinde; surlardaki kapısına
yığılıp içerisini görmeye çalıştığımız marangoz atölyesine,
Osmanlılarca eklektik anlayışla(!) surlara
yapılmış çeşmeye,
Minik,
sevimli ve oyuncak duygusu uyandıran evlere,
iş-aş
nedeniyle zorunlu çevreciye selam verip Blakherna, bizim kullandığımız adıyla
Tekfur sarayına gidiyoruz. Burada aklıma
Orhan Bey’in eşi Tekfur kızı Holofira-Nilüfer Hatun geliyor ama o bu sarayda
büyümemiş. Başka bir tekfurun kızıymış. Oldukça büyük bina Osmanlılar döneminde
sırasıyla bir çeşit hayvanat bahçesi, çini atölyesi ve Yahudi ailelerce konut
olarak kullanılmış. Yenilenme çalışmaları henüz tam olarak bitmemiş ancak dış
yüzeyi yepyeni taşlarla gıpgıcır yapılmış.
İşte bu da kanıtı. İçini
bilmiyoruz. Göremedik. Bir şeyden de eksik kalalım di mi ama. Tekfursaray Hançerli Panayia
Rum Kilisesindeyiz.
Biz
Hançerli Meryem diyormuşuz. Bilirsiniz her
şeyin adını değiştirmeye meraklıyızdır. Rehberimiz A.F Ö. nün maharetiyle kapalı
olan kiliseyi ziyaret edebiliyoruz. Dokuz yaşındayken Cihangirde 6-7 Eylül
olaylarına şahit olduğunu öğrendiğimiz Antakyalı görevli hem kiliseyi gezdirdi
hem de anlattı. Adakları gerçekleşenler gelip bir hançer bırakırlarmış. Bu
nedenle hançerli diye anılan kilisenin uyuyan Meryem ile ilgili bir de öyküsü
varmış. Düşünüyorum düşünüyorum.. Cık!. Aklıma gelmiyor. Uydurdum mu acaba?
Bir
hayırsever mahallenin çocukları için müzik evi açmış. Adı:Barış için müzik.
Acıktık ama sevgili rehberimiz Kariye müzesinden çıkana dek bizi süründürmeye(!) kararlı. Kariye kilisesi 6. yüzyılda Chora adıyla Justinianus’un yaptırıp bizlere armağan(!) ettiği müthiş bir kilise.
Zaman
zaman onarım geçirmiş ve bugünlere ulaşmış. Mozaiklerinin eşsiz olduğunu hep
duyardım. Ben gözlerimle ne kiliseler gördüm ama burası gerçekten bir harika.
Mozaikler müthiş değil ötesi.
Rehberimde
anlata anlata bitiremiyor. Tavanlara bakmaktan boynumuz kopa kopa hem eğleniyor hem
öğreniyoruz. Bir meleğin elleri üzerinde salyangoz biçimiyle tasvir edilmiş
evren dikkat çekici. Hiç bir kilisede görmediğim kronolojik sırayla Meryem’in
ailesinden başlayarak İsa’nın çarmıha gerilişine kadar herşey betimlenmiş.
Bir
diriliş sahnesi var ki kilisenin tamamı restorasyon için kapanmadan mutlaka
görmelisiniz. Bir de nereye giderseniz gidin sizi gözleriyle takip eden
Pantokrator İsa. Sağa saklanıyorum görüyor, sola kaçıyorum bakıyor. Mümkün
değil salonu değiştirmedikçe kaçış yok. BBG evi gibi. Girişi 15 lira.
Müze kart varsa o la la la..
Nihayet
bir şeyler atıştırabileceğiz. Simitle idare edip
adı meçhul kahvehanede çay içtik.
Bu
tatlı pempiş evin önünden geçtik.
Salmatomruk
caddesi üzerinde, bir lastikçinin kuytu köşelerinde kalan saray kalıntısını
gördük.
Pammakaristos
kilisesi müzesine girdik. Giriş beş lira, müze kartım vardı bedava oldu. 4.
Haçlı seferinin Bizans’ta yaptığı yağma ve talanın ardından 13. yüzyılda eski
bir kilise kalıntısı üzerine yapılmış. Kilisenin Osmanlılarca camiye
dönüştürülen bölümünü ziyaret ettiğimizde ne kadar bakımsızlıkla
karşılaştığımızı size anlatamam.
Bilirsiniz
Osmanlılarda Muradiye, İhsaniye, Maşukiye, Fethiye adları pek kullanılır.
Camiye dönüştürülen Pammakaristos kilisesi, Osmanlının Gürcistan ve Azerbaycanı
fethi şerefine Fethiye adını almış. Tavan mozaikleri, eski kiliseler, bina ve
saray kalıntıları derken demirbaşı kitaplara Süleymaniye kütüphanesi el koyunca
yoksul düşen Murat Molla kütüphanesine gidiyoruz. 18. yüzyıl yapısı binayla ilgilenen Noel Babanın günümüz versiyonuna benzeyen İspanyol beyle tanıştık. “ Otuz yıldır buradayım” dedi.
Adı: a) Sebastian b) Roberto c-d-e) unuttum
Çarşamba
semtinde şehrin birdenbire değişen çehresiyle uyum içindeki İsmailağa Camisine
girdik. İlk yapılışı 12. yüzyıl olan caminin geniş avlusu medrese odalarıyla
çevrilmiş. Odalar-onların deyişiyle- eğitim alan talebelerle doluydu.
Semt
bir düşünceye göre Fatih zamanında Samsun Çarşambadan gelenlerin iskanı bir
başkasına göre Çarşamba günleri kurulan Pazar nedeniyle bu adı almış.
Aynı
bölgede; kocaman bir parkın yanından geçip camide piknik yapmayınız uyarısı
yapan bir tabela eşliğinde, İstanbul’un beşinci tepesine konuşlanmış Yavuz
Sultan Selim camisine girdik. Kanuni babası için yaptırdığı camiye iki minareyi
uygun görmüş. Laf aramızda kendisi için yapılan dört minareli. Caminin bahçesinde
Padişah Abdülmecit, Yavuz’un eşi Hafsa Sultan ve diğer hanedan üyelerinin
türbeleri var. Yavuz’un devasa sandukasının üzerine hilafeti Osmanlı’ya
getirmesi nedeniyle hak ettiği siyah kabe örtüsü serilmiş. Sandukasında siyah
kabe örtüsü olan bir kişi daha var. Fatih Sultan Mehmet.
Gerekçesi: İstanbul’un
fethi
Her
türlü yiyeceğin satıldığı Malta çarşısında; uygun fiyatları ve iştah açan
görüntüsüyle vitrinleri geçip Fevzi Paşa caddesinde Kömür restoranda enfes
yemeklerle karnımızı doyurup dağıldık.
Başka bir gezide görüşmek üzere Murat Molla
sokakta, iç cephesi turkuvaz renkli Aya
Yorgi Potira kilisesinin mutluluk veren bahçesinde toplu olarak çektirdiğimiz
fotoğrafımızla veda edeyim.
Not:Rehberim A.F.Ö. günümüz Noel baba versiyonunun adının Antonio olduğunu bildirdi.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder