24 Ocak 2014 Cuma

BİZANS SOSUNDA LEZZETE YOLCULUK: 
VEFA, ZEYREK, ÇIRÇIR
Bu gün 7 Ocak 2014. Yeni yılın yedinci günü ve ben sokaklardayım. Henüz bir hafta olmuş. 2014'ün iyiye geçeceğine yorulmaz mı bu?
Rehberimiz Ahmet Faik Özbilge programı yayınlandığında hemen karar verdim. Üstelik bol yemeli içmeli değişik bir gezi. Bilge kişi ne demiş(bu ben oluyorum): Yemeden içmeden tatil olmazzz.! Tatilin başladığı yeme içme seanslarıyla anlaşılır. Gezi için uyarlanabilir bir ata sözü.
Hazırlığımı yaptım. Sabah 06:00'da otobüsün koltuğuna yayılmıştım. Bir saat daha uyusam hiç fena olmaz. Ben Çorludayım Bizans İstanbul'da. Bizansın adresini verirken İstanbul demek garip oldu sanki. Neyse üzerinde durmayayım. İstanbul'a gidişlerde genellikle Bahçeşehir civarında başlayan yoğun trafiğe gireriz. Ben hep acaba yetişebilir miyim derdinde olurum ama bu kez öyle olmadı. Esenler otogarından Çapaya. Çapadan Taksim otobüsüyle Şehzadebaşına gittim. İstanbul Büyükşehir Belediye başkanlığı binasının önü buluşma yerimiz. Gezicilerin bazıları hala uyuyor ve karga kahvaltı yapmamışken saat sekizde ben oradaydım. 
Biraz yürüdüm. Restorasyonu süren Valens, diğer adıyla Bozdoğan su kemerinin bir kaç fotoğrafını çekip oyalandım. 



Saat dokuzda herkes toplanmıştı.
Rehberimiz Ahmet Faik ÖZBİLGE ilk olarak içinde sayılı ağacın bulunduğu minik parkın önünde Bizans ve İstanbul tarihine ilişkin genel bilgi paylaşımı yaptı.
Bizans
 Roma imparatorluğu; Hunların Orta Asya'dan başlattığı kavimler göçünün sonuçlarından biri olarak 395 yılında Doğu Roma ve Batı Roma olarak ikiye ayrıldı. Bu ayrılışın bir diğer sebebi: Batıyı egemenliği altına alan Roma'nın göz diktiği doğudaki kaynaklara yakın olmak istemesidir. Batı Romanın kuzeyden gelen Slavlar, Germen kabileleri Vandallar, Ostrogotlar ve Vizigotlar(isimler tekerleme gibi) tarafından 5. yüzyılda dağıtılıp yok edilmesine karşın Doğu Roma(Bizans İmparatorluğu) 15. yüzyılın ortalarına kadar varlığını sürdürmüş. I. Konstantin Bizansı 330 da Roma imparatorluğunun başkenti yapıp adını Konstantinopolis olarak değiştirmiş, Hristiyanlığı  resmi din olarak kabul etmiş. Kudüs'ü savunma ve sahiplenme amacıyla Müslümanlara karşı oluşturulan Haçlı Seferlerinden dördüncüsü bu kez Hristiyan Bizansa yönelmiş. Haçlılar 1204'te mali ve askeri destek sağlamak amacıyla Bizans üzerindeki emelleri gerçekleşmeyince Bizansı tarumar etmişler. Kiliseler yağmalanmış, değerli eşyalar Vatikan, Venedik, Torino ve başka yerlerde koruma(!) altına alınmış. Hatta sütunlar bile inşaatlara can vermek üzere götürülüp kullanılmış. 
http://tr.wikipedia.org/wiki/D%C3%B6rd%C3%BCnc%C3%BC_Ha%C3%A7l%C4%B1_Seferi
Bizans haritasının üzerine tıkladığınızda İstanbul'un yedi tepesini görebiliyorsunuz. Meğer Çamlıca tepesi yedi tepeden biri değilmişşş..
 Bizans varlığı II. Mehmet'in 1453'te Konstantinopolisi almasıyla sona erince şehrin adı İstanbul olmuş. Müslümanlığın yeni din olmasıyla  ibadethane ihtiyacını karşılamak amaçlı camiler yapılmış. İlk yapılanlar çoğunlukla yıpranmış Bizans kiliselerinin ya üzerine inşa edilmiş ya da fresklerin üstleri örtülerek olduğu gibi camiye dönüştürülmüş.
Şehzadebaşında, İstanbul büyükşehir belediye binasının yanıbaşında, 6. yüzyılda yapılıp Malatyalı Aziz Polyeuktusa adanan kilise kalıntısı ilk durak. Aziz Polyeuktos, Ayasofya'dan sonra Bizansın en büyük bazilikası olarak belirtiliyor. 

Bir yandan rehberimizi dinlerken diğer yandan oradaki yaşanmışlıklara sahne olan kilisenin-aslında belki de kendi içinde minik bir şehrin kalıntılarını koruma görevi yer yer kesilmesiyle sekteye uğratılan tellerin ardından fotoğraf çektik. Kilise kalıntısının etrafına çekilen tel örgünün Şehremini lisesinden üç öğrencinin proje ödevi kapsamında yapıldığı belirtiliyor. Kilise ile park arasındaki yoldan düz devam ettiğimizde karşımıza Markianos Sütunu(Kıztaşı) çıkıyor.
Kıztaşı 450 yılında yılında Bizans İmparatoru Markianos anısına yapılmış. Uzun süre varlığı anımsanmayan sütun her nasılsa 1908  yılında İstanbul'u yakıp kavuran büyük Çırçır yangınının ardından ortaya çıkarılmış. Üzerinde mitolojik zafer tanrıçası Nike kabartması bulunduğu için Kıztaşı adını aldığı söylenir.
Nike'ın sadece ayakkabı markası olduğunu sananlara bir not: Ayakkabı firması çok iyi koşan ve uçabilen yarı insan yarı tanrıçanın adını onurla taşıyor. Doğrusu ben de Nike'cıyımdır. Başka spor pabuç markası tanımam.
Kıztaşı ile ilgili kulaktan kulağa dolaşan efsaneyi nakletmeyi görev addettim şimdi. 

Söylence Ayasofya kilisesinin yapımında kullanılsın diye sırtladığı sütunu götürürken yoluna çıkan bir cinle tanışan genç kızla ilgili.  Cin amacını öğrendiği genç kıza "Oooooo kilise yapılıp bitirileli çok oldu sen onu daha fazla taşıma olduğu yere bırak" demiş. İnanan kız taşı olduğu yerde dikine bırakmış. Sonra içine düşen kuşkuyu gidermek için Ayasofya kilisesini görmeye gitmiş. Gitmiş ki ne görsün inşaatın bitmesine daha çok var. Cinin kendisini kandırdığını anlayınca taşı bıraktığı yerden alıp yarım kalan işini tamamlamak için hemen geri dönmüş. Ne yazık ki cine inandığı için tılsım bozulmuş. Kız bu kez taşı kımıldatamamış. Bu nedenledir ki sütunun adı Kıztaşı olarak kalmış. 
Kıztaşını gördükten sonra oradaki iki çok bilinen ve çok lezzetli paça çorbası pişiren restoranlardan birinde, Paçacı Mahmut Usta'da paça çorbası içtik.
Buraya bir kez daha annem, babam ve kardeşlerimle gelip çorba içmiştim. Aynı lezzet korunuyor. Yolunuz düşerse uğramadan geçmeyin.

Bu minik(!) köpekçik de meraklı meraklı sütunu seyrediyordu(Uydurdum tabi. Sadece oradaydı. Ne merak edecek)
Yürüme mesafesindeki İskenderpaşa sokağına geldik. Zaten her yere yürüyerek gittik. Sokaktan aşağı Aksaray'a doğru inerken hemen sağda, makbul, sonradan maktul İbrahim Paşa tarafından 1507 yılında Yeniçeri Odalarının ortaları için Bizans su mahzeninin üstüne yapılmış Orta Cami var. Cüssesi küçük cami vaktinde büyük isyanların temellerinin atıldığı toplantılara sahne olmuş, Yeniçerilerin hücresel faaliyetleri burada yapılmış. Hatta Genç Osman yedikuleye götürülüp hal edilmeden önce buraya getirilmiş. 
 Sekizgen şekilli caminin bulunduğu yer ve tarihte oynadığı roller nedeniyle üç adı var. Etmeydanı, Orta ve Ahmediye camisi. Seç, beğen, al!
Caminin hemen karşısında bulunan 1725 tarihli çeşmeyi Nevşehirli Damat İbrahim Paşa yaptırmış. İki çehresi sokağa bakan, ön yüzünde akmayan ikiz musluğu olan çeşme restore edilmiş ama çeşmelerin akar hale getirilmesi unutulmuş. 

Nasıl restorasyonsa anlamadım. 
Burdan kısacık bir yürüyüşle vatan caddesine indik. Historia alışveriş merkezinin yanından geçince Fenari İsa-Molla Fenari Cami(Lips Manastırı) camisi karşımıza çıktı. Yok canım tesadüfen değil. Zaten ona gidiyorduk.
Cami, 908 yılında Konstantin Lips tarafından yapılan Lips manastırının yıkıntıları üzerine 6. yüzyılda yapılmış bir kiliseden dönüştürülmüş. Mimarisi dışarıdan baktığınızda ben kiliseyim diye bas bas bağırıyor. Biri Hazreti Yahya'ya diğeri Meryem'e adanmış iki kilise ve Bizans hanedan üyelerinin defnedildiği mezar kilisesi ile üçlü bir yapı. II. Bayezit zamanında gerekli düzenlemeler yapıldıktan sonra önce zaviyeye sonra bir minare eklenerek camiye dönüştürülmüş.  Restorasyon nedeniyle etrafı çevriliydi. İçine giremedik.
Aksaray çeşit çeşit kebapçılarla dolu. Yolunuz düşmediyse düşürün ve gözünüze kestirdiğiniz bir tanesinde kebap yiyin. Pişman olmayacağınıza garanti veriyorum. Amanııınn şimdi benim arkadaşlarım gider, kasten beğenmedik der, yemek parasını benden isterler. Haber vereyim kuruş çalışmaz. Daha önce hiç girmediğim Ragıp Bey sokağındaki Has Kral Hatay Sofrası adlı restorana gittik.
 
Vahaya gelmiş gibi bir anda yorgunluğumuzu attık. Duvarlar Anadolu'nun çeşitli bölgelerinin doğal ya da insan yapımı hazinelerinin rölyefleriyle donatılmış. Esasında paça çorbasını içeli çok olmamıştı ama burada yemeden katiyen gidilmez. Paylaşarak yediğimiz bir kaç çeşit kebap, zahterli zeytin salatası,  künefe, enfes taze sıkılmış meyve suyu yenildi içildi.
  
Sizi özendirmemek için arkasından içtiğimiz kahveyi anlatmayayım. 
Sokağın sonunda gördüğüm, Kanuni Sultan Süleyman için 16. yüzyılda yapılan  çeşmenin haline pek acıdım.

 Restore(!) etmişler ve kendisi ile ilgili bilgileri not ettikleri metal plakayı üzerine çakarak dostlar alışverişte görsün demişler. Köşeyi dönünce yokuş yukarı çıkan Sofular caddesi, üzerinde bulunan bir camiden alıntıladığı adıyla yokuşun sağında II. Bayezit döneminde yapılmış çifte hamama, solunda Ekmel tekkesine ev sahibi. 
 Ekmel tekkesi İstanbul'un en eski Halveti tekkesiymiş. İçeriye girip haziresini görelim istedik ama ne mümkün. Bina olduğu gibi Kız Kuran kursuna tahsis edilmiş. El koymuş gibi kimsenin girişine kapı açmıyorlar. Resmi kurum olduğu için müftülükten izin çıkartmak gerekirmiş. Bu durumda okullara girebilmek için her velinin ya da bilgi almak isteyenin milli eğitim müdürlüğünden izin alması gerekiyor. Kurs öğrencileri değerli diğerleri değil(mi)? Sayın Milli Eğitim Bakanı ve Fatih müftülüğü bu konuya dikkatinizi çekiyorum. 

Yokuşun sonunda bulunan Millet Kütüphanesi 6998'i el yazması olmak üzere 30000 civarında kitabı olan araştırma kütüphanesi. Ali Amiri Efendi 1916 yılında Feyzullah efendi medresesinde kendi kitap koleksiyonu ile kütüphane oluşturmuş. Israr edilmesine rağmen kütüphaneye kendi adının verilmesine razı olmamış. Önceki yıllarda üç kişi gittiğimizde içeride dolaşmamıza izin vermişlerdi. Yabancıların çoğunlukta olduğu araştırmacıların dikkatini dağıtmamak için neredeyse parmak ucunda etrafa hızlıca göz atıp çıkmıştık.  Bu kez kalabalık olduğumuzdan olsa gerek içeri giremedik. Bahçesini fotoğraflamakla yetindik. 
http://www.milletkutup.gov.tr/milli.html
Fatih Camisine doğru giderken Fatih Sarmacısına uğrayıp sarmanın tadına baktık. Sanki bildiğim bir yermiş de epeydir gitmemişim gibi bahsediyorum. Rehberimiz programa koymasa haberim bile olmayacaktı.
Fatih sarması kocaman cüssesi ile rulo pastaya benzeyen, yağsız bir tatlı. Dilim dilim kesilerek satılıyormuş ve müdavimleri varmış. 

Vedat Milor'un fotoğrafı duvarda asılıydı. Onun gidip yemek yemediği bir yer var mı bilmem. Bedava yemek yemek için ben de gurme mi olsam yoksa. Konuyu dağıttım. Başka hiç bir yerde yapılmayan, aile işletmesinin formülüyle Fatih sarması az tatlı, hafif, damağa serinlik veren, pandispanya içinde marmelat saklayan bir tatlı.
Buradan çok kısa bir yürüyüşle Fatih Camisi(Havarium Kilisesi)ne ulaşıyoruz. Fatih külliyesi 4. yüzyılda Konstantin ya da oğlu Konstantinus tarafından yapılan, İstanbul'un dördüncü tepesindeki Havarium kilisesinin yerine inşa edilmiş.  İstanbul'un fethinden sonra kilise bir süre patrikhane olarak kullanılmış. II. Mehmet'in cami yapımı için orayı seçmesiyle patrikhane zaten haçlıların yağma-çapul faaliyetleri nedeniyle yıpranan kiliseden taşınmış.

Fatih külliyesi, Atik Sinan(Mimarlarımız hep Sinan mı?) adlı bir mimar tarafından 1462-1470 yılları arasında, içinde 16 medrese, hastane, imaret, hamam ve kütüphanesiyle  tasarlanmış. 
Cami avlusunda evindeymiş gibi el işi yapıp satan bu kadını fotoğraflamak hoşuma gitti.
Külliyenin içinde çok sayıda türbe bulunuyor.
 
Fatih'in türbesi de burada.  Gazi Osman paşa ile Fatihin eşi Gülbahar Hatun'un türbeleri aynı avlu içinde. Fatihin türbesi büyük Cibali yangınında harap olunca I. Abdülhamit türbeyi yeniletmiş ve üzerine Kabe örtüsü serdirmiş. Örtü bu nedenle yeşil değil siyah.

Türbenin içinden bir aksesuar.  Her yere el sürmeyiniz yazmışlar. O kadar kirli ki istesem de dokunamam.

Caminin halıları canlı kırmızı. Seccade benzeri halılar hiç hoş görünmüyor. Bu halıyı beğendim.

Geniş avlu ve alabildiğine uzun şadırvanı pek tenhaydı.

Avludan çıkarak Fatih'in renkli ama daracık ve hatta karmaşık sokaklarına dalarak Kirmasti-At pazarı denen yerden geçerek Sinanağa mahallesi Parmaklık sokağa geldik.
İmaret-i Atik Camii-Eski İmaret Camii(Pantepoptes Kilisesi), daracık sokağın diğer ucunda muhteşem ama aslında mahzun bir şekilde duruyor.
 
Bahçesinde camide kuran kursu gören öğrencilerin yatakhanesi var. Pantepoptes(herşeyi gören İsa) kilisesi camiye dönüşünce yapılan minaresi 1955 yılında yıkılmış bir daha da yapılmamış. İstanbul'daki kubbesi kiremitli olan tek camiymiş. Hakikaten de kubbesinde kiremit olan başka cami görmedim.
 
Duvarlardaki özel bezemelerin bir kısmı hala duruyor. İçi harap halde desem yeridir. Duvarlar rutubetten dökülüyor. Kilisenin duvarlarını beyaza boyayıp cami yapmışlar.
Zeyrek Kilise Camii(Pantokrator İsa Kilisesi)ne gitmek için girdiğimiz Zeyrek Mehmet Paşa sokağında ayakkabı boyama sandıklarının albenisini yükseltecek pirinç süslemeler yapan Lokman ustayla karşılaştık.
 
Lokman usta sanırım artık ölmekte olan bir zanaatın ustası. Elleri yaptığı işten epeyce zarar görmüş.

 Önce istemedi ama sonra kabul edince fotoğrafını çekip devam ettiğimizde yıkık dökük Zeyrek evlerinin arasından Atatürk Bulvarına indik. Yanlış geldik sanmayın hemen sağa kıvrılıp sokaktan yukarı doğru çıkınca Zeyrek Camisinin restorasyon çalışmaları örtüsünü görürsünüz. Pantokrator(evrenin hakimi)İsa kilisesi 12. yüzyıla tarihlenmiş.

Etrafındaki yapılar ve eşsiz Opus Sectile stili mozaikleri ile 12. yüzyıl ürünü Zeyrek Kilise Camii 1979'da Unesco Dünya Miras listesine alınmış.
http://global.britannica.com/EBchecked/topic/430657/opus-sectile
http://whc.unesco.org/en/list/356
İçine giremesek de parçalarından biri, Fatih belediyesi ve Rahmi M. Koç müzecilik ve kültür vakfı işbirliğiyle onarılıp canlandırılan Zeyrekhane müthiş atmosferiyle cezbetti. Gidip kahve için, yemek yiyin bunları yapamazsanız tuvaletine girin. İnanın çok şık ve temiz. Duvarlarında çerçevelenmiş el işleri asılı. Biz haliçe şöööyle (kuşbakışı sayılır) bir bakıp nefes aldık. 

Haliçe yapılması İstanbul'un dünya tarih miras listesinde kalışını tehlikeye attığı için uyarı üzerine ayaklarının boyu kısaltılan yeni köprü ve

Süleymaniye külliyesi ile Şeb Sefa Hatun camisi Zeyrekhaneden böyle görünüyor.
Az gittik uz gittik dere tepe düz gittik hala sokaklardayız.
Zeyrek'i terk edip Atatürk Bulvarından karşıya, İMÇ'nin içinden geçerek Ayın Biri kilisesinin önüne geldik. Her ayın birinde orada satılan anahtarlardan alıp dilekte bulunurken içerideki kutuları açar gibi yapmak ya da mum yakmak gerekiyormuş. Papaz adınızı öğrendikten sonra dileğinizi kutsuyor, dileğiniz gerçekleşirse anahtarı götürüp iade ediyormuşsunuz. Dileyenler kilisenin alt katındaki sudan alıp evlerine götürüyorlarmış. Elçiye zeval olmaz. Öyle duydum.
Azep Askeri sokakta telkarı tasarım ve uygulama atölyesi vitrininde bir kaç güzel örnek olmasına karşın terk edilmiş gibi ıssız duruyordu.

İstanbul'un ilk kadısı ve belediye başkanının mezarı yol üzerindeymiş.
Yokuş yukarı Vefa'ya doğru yürüyoruz. Solumuzda http://taksepetikoluna.blogspot.com.tr/2011/02/demir-asa-demir-carik.html linkindeki yazımda bahsettiğim ünlü Unkapanı Pilavcısına bir göz attım. 

 Buraya gelince Vefa bozası içmeden olmazzzz.! 

Leblebici bozacının karşısına konuşlanmış. Kardeş kardeş geçinip gidiyorlar.

Vefa spor kulübünün köşesinden sağa dönüp yolun bizi Valens su kemerin altına götürmesine izin verince İstanbul'u besleyen pilavcıların membaına selam verdik. 
Bekleyen pilav arabalarının yanından geçince kendimizi Kanuni Sultan Süleyman'ın oğlu Mehmet için yapılan Şehzade camisinin bahçesinde bulduk. 

Mimar Sinan: Şehzade çıraklık, Süleymaniye kalfalık, Selimiye ustalık eserimdir derken bu camiyi kastetmiş. Oldukça geniş avlu içinde şehzade Mehmet'in türbesi bulunuyor. 
Cami duvarına bitişik bir başka camiyi görmek bizi bir parça şaşırttı. İstanbul'da camiler birbirine çok yakındır ama bu kadar da yakın olunur mu canım. 

Avludaki, yıllara meydan okumuş, kim bilir kaç yaşında, gövdesi kovuk ötesi durumdaki ağacın altına gerçekleşmesini dilediğimiz şeyin çöpten resmini yaptık.

Gezi de çok uzunmuş. Yaktın bizi rehberim. Ne gezerek ne de yazarak bitmiyor. Sonuna kadar kim okuyacak bunu! Faik bey'e sitemimi de ettim devam edebilirim.
Vefa spor kulübünün köşesine dönüp bu kez solundan yol alıyoruz.
Düz gidince sağda Kalenderhaneyi görüyoruz.

Kalenderhane Camii(Kyriotissa ya da Akataleptos manastırı)nin kapısının önünde oturup hem dinlendik hem de rehberimizin bilgi paylaşımını dinledik. Komnenoslar tarafından 4. yüzyılda buradaki hamamların zamanla su kaynağını kaybedip işlevini yitirmesinden sonra yerine kiliseler inşa edilmiş. Bu kiliselerin üzerine inşa edilen kilise Konstantinopolis'in Osmanlıya dahil edilmesiyle kimlik değiştirip Fatih tarafından kalenderi dervişlerine tahsis edilerek Kalenderhane camisine evrilmiş. Caminin içine girince gerçekten şaşkına döndük. Şimdiye kadar gördüklerimizin içinde hiç şüpheye yer vermeyecek şekilde en korunmuş olanı.
Mutlaka görülmeli.

Yapılan ilk kiliseler hala caminin altında yıpranmış varlığını sürdürüyor.
   Rehberimizin sayesinde kilitli duran alttaki kilisenin içine girip fotoğraf çektik.
 Molla Gürani Camii(Vefa kilisesi, Hagios Theodoros kilisesi) 
sonraki durak. Ülkü'yle yaptığımız gezilerden birinde gidip kapısından dönmüştük. Cami ibadete açık değil. Bir amca camiye hem bekçilik yapıyor hem de ev olarak kullanıyor. Gönlü isterse kapıyı açıyor içeri girebiliyorsunuz. Faik Bey rica edince kırmadı. Çok bakımsız çok. 

Fatih'in hocası ve İstanbul'un ilk müftüsü Molla Gürani tarafından camiye dönüştürülmüş. Caminin içine yapılan şadırvan ne kadar bakımsız, ne kadar korumasız,  ne kadar terk edilmiş olduğunu anlatabilir.

Tavanındaki yıpranma çok açık olan caminin dış duvarlarındaki bezemelerde yer alan haç formu bilinmeyen kişiler tarafından, yakın zamanlarda, üzerine harç konularak kapatılmış. 
Köşesinde artık bir evsize konut olduğu anlaşılan çilehanesi var.

Valens (Bozdoğan-Hadrianus)Su Kemeri; İstanbul'a gidişlerimde 45 li yıllarda düzenlenen trafik akışı nedeniyle sık sık altından geçtiğimiz, bugün etrafında dönüp durduğumuz kemer şehrin su ihtiyacını gideren önemli bir araçmış. İstanbul'un üçüncü ve dördüncü tepelerini birbirine bağlıyor. Yapım tarihi tam bilinmemekle beraber 2., 3.  yüzyıl olarak tahmin ediliyor. 
Uzantılarıyla kilometrelerce uzunlukta olup Trakyanın kuzeyinden, Karadenize yakın kısımlarından getirilen ve büyük sarnıçlarda( Binbirdirek, Yerebatan) toplanan suyun temini için kullanılmış. 
Hali hazırda yoğun bir restorasyondan geçen kemerin üzerinde bir gün yürümek istiyorum ama bakalım ne zaman.
Sabah oyalanmak için fotoğraflarını çektiğim kemerin önünden, Atatürk bulvarının Zeyrek yakasına geçip Kadınlar pazarına gittik. Balkan savaşları sonucunda mübadil kadınların geçici ikametleri sırasında el işlerini satmaları için kurulmuş. Bir diğer adı Siirtliler pazarı. Burada Güneydoğu mutfak kültürüne ait her şeyi bulabilirsiniz. Diyebilirim ki her nokta kebapçıyla dolu. Yazın etler açıkta öylece asılı duruyorlar. Doğrusu insan onlara baka baka yiyemiyor. Rahatsız edici.
Kış olduğundan kapalı alanda ve etlere bakmadan yedik. Büryan kebabı buranın aranan lezzeti.

Siirt Şeref  Büryan kebap salonunda günün son yemeğini yedikten sonra herkes dağıldı. 
Keyifli bir gezi oldu ama yazısı değil. Farkındayım.
 Umarım atlaya sıçraya okumuşsunuzdur.

Neydim ne oldum özdeyişine güzel örneklerle ilgili çok sayıda kaynak var. En derli topluları olarak aşağıdaki linklerden ayrıntılı bilgiler alabilirsiniz. 
http://www.degisti.com/index.php/archives/3580
http://www.fatihmuftulugu.gov.tr/icsayfa.aspx?lid=cami

Gelecek yazı Bulgaristan