18 Şubat 2014 Salı

BOĞAZİÇİNDEN KARADENİZE
Bugün 13 Şubat 2014. Bu günlerde İstanbul'a çok gider oldum. Bu defa İstinyede bir randevumuz vesile oldu, işimiz erken bitince Sarıyer börekçisine uğradık. 

En üst kata çıkıp denize nazır oturduk. Vitrindeki böreklerin hepsini yemek isteyince karışık bir tabak istedik. Birer de büyük çay. Çay şahaneydi ama börek yağlı. 

Zaten yağlı olduğu gözle görünüyordu ama söylemiştim di mi ben acıkınca gözü dönenlerdenim. 
Yeee iç eğlen çok kısaa öömüüüürr sev çünkü sevmek en kolaaayyy.
 Bu martılar bir açgözlü bir açgözlü ki sormayın. Börekçinin camının önüne konuşlanmış börek bekliyor başka martılara izin vermiyorlar. Bildiğiniz Martı mafyası..
Buradan çıkıp Sarıyer'in karışık kuruşuk sokaklarında 

biraz gezindikten sonra sahilde oturup mis gibi temiz hava soluyoruz.
Ağlarına bakım yapan balıkçıları izliyor, 
  sahil yolundan Rumeli Fenerine doğru yöneliyoruz.

 Rumeli kavağının önünden geçen bu gemiyi görünce ıskalamak istemedim. Babam için.
 Telli baba'yı bilmeyen yoktur sanırım. Her geçtiğimde bayram yeri gibi olan Telli baba bu kez garip kalmış. Eeee düğün mevsimi değil sınav sezonu hiç değil. 
 Tepesinde Yoros kalesi ile Anadolu kavağı manzaralı ve
üçüncü köprü ayaklarına nazır fotoğrafımızı çekmesi için gençlerden rica ettik. Kırmadılar bizi.

 Küçük bir oksijen molası verip(aslında oksijen molasına gerek yok sadece arabanın camını açmak yeterli.)
 yolumuzu  Garipçe ve Rumeli Feneri köylerine çeviriyoruz. Garipçe son zamanlarda üçüncü köprü yapılmasıyla gündeme gelen İstanbul'un hemen dibinde ve İstanbul'dan bir o kadar kadar uzak bir köy. Tam bir doğal ortam. 

Oradaki kondulardan birinin sahibi olmak istedim. Neyse Garipçenin bu doğallığını daha ne kadar koruyabileceğini bilmek çok zor değil.  Oraya yapılması saçmalıktan başka bir şey olmayan üçüncü köprünün ayakları dikilmiş bile. Masada oturup kalemle çiziyor, buradan köprü geçsin diyorlar. Mahalle bakkalının iç dizaynını ayarlamak gibi.
 Rumeli fenerindeyiz. Boğazın en uç noktası, Karadeniz kapısı.
 Tam biz oradayken Karadeniz'den bir gemi giriş yaptı. Babam gemileri çok sever, onları izleyerek gençlik düşleri kurar. Babamı bu vesileyle yad ettim ve onun için geminin fotoğrafını çektim.
Köyün kondularından biri benim olabilir. Garipçe ya da burası fark etmez. 
Huu Ziya duy sesimi!
Burası öyle güzel ve ferah ki kendinizi hiç olmadığınız biçimde özgür hissediyorsunuz. Sanki oraya gelene kadar prangalıydınız da orada çözüldü gibi..
Köyün kıyısındaki koyun kollarından biri üzerindeki fener 1855 yılında yapılmış. Boğazın Karadeniz'e çıkışta son noktasında tam karşıdaki kardeşi Anadolu feneri ile birlikte hizmet veriyor. 
 Koyun diğer kolundaki tepecikte
Ceneviz kalesi olduğu söylenen kale hakkında 18. yüzyıl yapımı olduğu dışında bir bilgiye ulaşamadım. Kale çok yalnız kalmış. O kadar yalnız ki bir bekçisi bile yok.
 Her şeye rağmen ayakta kalmayı başarmış. Kalınlıkları neredeyse iki metre olan kemerli duvarlarının iki ucunda kale burçları var. 
http://www.tas-istanbul.com/index.php/semtleri/sariyer/item/2230-rumeli-feneri-kalesi
Korkarak da olsa kalenin burcuna çıkıp oradan etrafı seyretmenin doyumsuz keyfine varıyoruz. 

Burçların içinde duvarlara yazılı bir çok isim var. Biri Zonguldak Kurucaşile Ziyaret köyünden bir asker. Hemşehrim adını yazmış Ben yazmayayım baaarriiiii..



Buraya kadar gelip mis gibi havada engin Karadeniz'e karşı yiyip içip çöp bırakmadan gidilmez demiş birileri.
 Bir gün balık yemek ya da kahvaltı yapmak üzere kendimize söz vererek dönüyoruz.

Sarıyer'den sonra boğaz yolunu bırakıp tünelden geçerek evimize yol alıyoruz.





17 Şubat 2014 Pazartesi

BİR KÜÇÜCÜK MÜZECİK 2
Osmanlı Bankası Müzesi
11 Şubat 2014 günü İstanbul'a gidip Beyoğlu'nda dolaşayım diye yola düştüm. Amacım Esenlerden Karaköy'e kadar raylı sistemle gidip oradan tünelle İstiklal caddesine çıkıp serseri serseri dolaşmak. Karaköy'de fikrimi değiştirip tüneli kullanmak yerine yürüyerek çıkmaya karar verdim. 
Bu arada aklıma daha önce iki kez gittiğim, kurgusunu Prof. Dr. Edhem Eldem'in yaptığı Osmanlı Bankası müzesi düştü. 
Bankalar caddesindeyim. 
Soldaki binalardan biri eski Osmanlı Bankası binası, 
şimdi Salt Galata adıyla kültür merkezi hizmeti veriyor. 

Heybetli binanın içinde; bodrum katında, ücretsiz girilebilen, sevecen görevlilerin çalıştığı 2002 doğumlu müze, önceki gidişlerimde hiç çıkmadığım üst katta kütüphane,
 kafeterya ve kapalı olduğu için vitrininden görebildiğim kadarıyla İstanbul temalı kitaplar ve daha başka şeylerin satıldığı küçük bir dükkan var. 
Bir de İstanbul'un üçüncü ve dördüncü tepeleri manzarası.. 
Osmanlı bankası 1856 yılında Kraliçe Viktorya'nın fermanı ve padişah Abdülmecit'in onayıyla özel bir İngiliz bankası olarak kurulmuş. 1863 yılında Fransız sermayesinin katılımıyla Bank-ı Osmani-i Şahane adıyla imparatorluğun resmi merkez bankası görevini üstlenmiş. Cumhuriyetin kuruluşundan sonra adındaki şahane sıfatı kaldırılarak yeni kurulan Türkiye'nin merkez bankası olarak rolüne devam etmiş. Bu rolü 1931 yılına kadar sürdürüp Türkiye Cumhuriyeti Merkez bankasıyla halef-selef olmuş.
 
Bankanın sembolü, etrafı kaplayan yemyeşil ağaç, çocukken bana hacmiyle, rengiyle gerçek ağaçmışçasına mutluluk verirdi. Osmanlı bankası 2001 yılında Garanti bankası ile birleştikten sonra bankacılık sahnesinden adıyla sanıyla silinmiştir.
Şimdi müzeyi dolaşalım.
Ana sergi salonuna
banka tarihini anlatan dokümanlar, fotoğraflar ve kuruluş öyküsünü anlatan panolar yerleştirilmiş.
1863 tarihli hisse senetleri,
 İlk çek örnekleri,
burada sergilenenlerden.
Bakkal Mehmet Efendinin cari hesap kayıtlarını tutanın el yazısındaki özene dikkatinizi çekerim. 

 Ülke kadar karışık bir dünya temasıyla etnik bakımdan personel yapısı anlatılmış. En alt seviyede çalışanlar eğitim oranının düşük olmasıyla yorumlanarak müslümanlar olarak belirtilmiş.  Harita ve istatistik verileri gibi bilgiler bu bölümde paylaşılmış.
Salona açılan kasalara girdiğinizde;
 müşteri hesap kartları, 
imha edilmiş banknot desteleri
 1908 tarihli iptal edilmiş V. Mehmet Reşad imzalı 5 lira,
Sultan II. Abdülhamid tuğralı 100 kuruşluk filigranlı kaime
1875 tarihli 1 liralık banknot,
ve bunlara benzer çok sayıda örnek ile
 patent kayıtlarının
hepsinin vaktinde bankada kullanılan ve müze demirbaşları olan bu kasalarda sergilendiğini görüyorsunuz. 
Kasa dairesine girmek başlı başına heyecan vericiyken tarihe dokunmak cabası.
Üst kattaki kütüphanenin
 
orta yerinde bulunan bu koca kasaya girip merdivenle bir kat inince karşınıza bir okuma köşesi çıkıyor.  


 
Kütüphanede çeke çeke bu kartpostal kitapçığının fotoğrafını çekmişim. İdare edin.
Müzeden ayrılma vaktim geldi.
 Çıkınca tam karşıda yok yok değil. Karşıda biraz sağda tarihi Kamondo merdivenlerinden yukarı İstiklal caddesine doğru yürümeye koyuldum.
 Dantel gibi görünüyor. Herkes merdivenleri alt ucundan fotoğraflar. Ben üst kenarından fotoğrafladım. Aslında yalan söylüyorum. Alt uçtan da çektim ama kötü görünüyordu ben de bunu tercih ettim. 
 Galata yolunda gördüğüm bir dükkanın kapısında asılı rengarenk oyalardan sonra Galata kulesinin önündeyim.
Benim İstiklalde serseri serseri gezme isteğim başka bir zamana kaldı. 
 Hoşçakalın!