30 Nisan 2014 Çarşamba

ADA BİZİ ÇAĞIRDI.
Cittaslow unvanlı Gökçeada'ya gidiyoruz. Sanırım en son gidişimin üzerinden yedi sekiz yıl geçti. Şen kampingde, babalar ve çocukları kampına cebren ve hile ile dahil olmuş, hayatımın ilk çadır tatili deneyimi yaşamıştım. Hiç bir kaygı yoktu keyiften gayrı.. Sabah mayonu giyiyorsun akşam pijamanı. Aydıncık koyunun pırıl pırıl denizi ve güneşi altında bir hafta geçirmiş, denizin soğuk suyu içimizi ürpertse de keyif almamıza engel olamamıştı.
18 Nisan Cuma 2014 günü Eceabat-Kabatepe'den saat 10:00 da kalkan feribota yetiştik. Bu yıl kurak geçti ama birileri gezip tozmama kızıyor olmalı ki gezilerimin çoğu yağmurda gerçekleşti. Yağışın şiddetinden önümüzü görmüyoruz. Neyse ki yağmur kesildi ve yaklaşık iki saat süren bir yolculuk sonrası çorak tepelerle çevrili kuzu limanına ulaştık. 
Limandan on dakika kadar uzakta, merkezdeki Özbek otele yerleştik. Açlık tavan yapmıştı ilçe merkezindeki bir restoranda yemeğimizi yedik. Eti güzel demişlerdi ama olağanüstü bir lezzetle karşılaşmadık. Belki de beklentiye girdiğimizdendir. Efi Badem'de çay içip meşhur kurabiyelerinden yedik.
 Meydandaki küçük parka Atatürk’ün hiçbir yerde görülmemiş melon şapkalı heykeli yerleştirilmiş. 
Mahalle aralarında dolaşıp minicik ada-ilçe merkezini iyice tanıdıktan sonra Kaleköy yoluna saptık. Önceki gelişimde tanışmadığım Kaleköy taş evleri ve kilisesiyle adanın en güzel köyüymüş. Nasıl olmuşta ıskalamışım bilemedim. Köyde bir çok küçük otel ve pansiyon var.  
Fotoğraf çektirmek için hazırlanan panolara gösterdiğimiz ilgiyi belgeleyip 
 koca çınarın altında şımarıklıklar yaptıktan sonra 
Zeytinliköy'de kahve içmeye diye onca yol gitmemize rağmen henüz ne merhum Karatay amcanın ne de Madam'ın kahve evinin açılmadığı sürpriziyle karşılaştık. 
Ne yapalım biz de Tepeköy'e gider orada içeriz kahvemizi. Feribotta köyün asıl yerlileri, Rum ailelerin paskalya nedeniyle köylerine geldiklerini görmüştük. Sayıca fazla değillerdi bu nedenle olsa gerek Tepeköy'deki kafeler de kapalıydı. Kısacası kahve içemedik. 
Yıkıntı haline gelmiş köy okulunun önünden geçtik.
Yol bizi Türkiye'nin vaktinde en büyük köyü olan ve yaşanan yoğun göç nedeniyle sonradan yerleştirilen bir kaç aile dışında sakini olmayan asil Dereköy'e götürdü. 
Köyden sahile doğru indiğimizde rüzgarı bitmeyen adanın virajlı  yollarında midelerimiz isyan etti. Mecburen döndük. Ev yemekleri yapan bir restoranda yemeğimizi yiyip yıldızları seyrederek otelimize döndük. Yaşadığımız yerlerde hiç yıldız görmediğimiz için ada merkezinden gördüğümüz yıldızlar bile bizi cezbetti. Bir de sahilde, kamp alanında, ışıksız ortamda olduğunuzu düşünün. Sabah tadilat nedeniyle otel dışındaki bir kafede yaptığımız sıradan kahvaltının ardından yerleşik bir ada gönüllüsünün yapımı devam eden bahçesi ve şarap tadım evine gittik. Gerçekten çok emek verilmiş bir proje. Hayran olduk. Dün dönmek zorunda kaldığımız için göremediğimiz Şirinköy'e gidip yarı açık cezaevinin terkedilmiş ve yıkılmaya durmuş binalarının arasından geçtik. Şirinköy, zorunlu iskan politikaları sonucu Bulgaristan göçmenleri için yapılmış, tek tip deprem konutları gibi sıra sıra evlerden oluşmuş suni bir köy. Avlaka burnuna gitmek istediysek de eski limandan daha ileri gitmeyi gözümüz kesmedi. Turizm atılımı yapmak iddiasında bulunan adalılar Türkiye'nin en batı ucu, Avlaka burnu diyerek bir tabela bile koymamışlar. Patika yoldan gidilen burna ikinci kez gittiğim halde doğru yerde olduğumuzdan kuşku duydum. Hava sert. Dalgalar kayaları öyle bir dövüyor ki ortalık köpük köpük.
Uygulanan serbest hayvancılıktan güç alan kulakları küpeli keçiler ve onlara arkadaşlık yapan az sayıdaki koyunlar adanın her yerindeler ve her bulduklarını kemiriyorlar. 
Her yer keçi dolu ama sütlerini sağan yokmuş. 
Süt ve süt ürünleri tüketme ve alıp eve götürme beklentimiz de böylece suya düştü. Adanın suyu bol. Büyükçe de bir barajı olmasına rağmen ciddi bir tarım faaliyeti yok gibi görünüyor. Bir yandan da adada dünyanın 34. ve Türkiye’nin 2. Yeryüzü Pazarı (Earth Market) kurulduğuna dair tabelalar gördük. Fesatlanmaya gerek yok belki biz anlayamamışızdır.
Adada bir çok kişiyle sohbet ettik ancak ne tuhaftır ki Rumların adadan göçüne ve zorunlu iskan politikalarına ilişkin hiç bir kimseden tek bir sözcük bile duymadık. Döndüğümde belediye ve kaymakamlığın web sitelerine baktığımda da suya sabuna dokunulmadığını gördüm. Bu gizemin sebebini keşfedemedim. Araştırdığımda bu konuya ilişkin çok sayıda dokümana ulaşmam zor olmadı. Lozan anlaşmasının 14. maddesine göre Bozcaada ve Gökçeada özel statü verilerek korunmaya alınmış. Ne yazık ki Türkiye verdiği bu sözün arkasında durmamış, adaları, özellikle İmbroz’u hedefe koyarak Türkleştirmek için çaba harcamış. Adaların adı Tenedos'tan Bozcaadaya, İmbroz'dan Gökçeadaya devşirilmiş. Mübadele kapsamında bulunmayan ada yerlileri kendiliklerinden gitsin diye zorlu koşullarla yüz yüze bırakılıp göç etmeye zorlanmış.  Adayı Türkleştirme çabaları ile çeşitli zamanlarda Türkiye'nin çeşitli yerlerinden insanlar getirilip zorunlu iskana tabi tutulmuşlar.  Elbette kendilerine tahsis edilecek kamulaştırılmış tarım arazilerinin konut imarı ve tarıma açılması unutulmamış. Bu noktada birkaç yıl önce babamdan duyduğum bir anekdotu aktarmak istiyorum. Babamın gençlik çağlarında, 1940’larda Trabzon Araklı-Sürmene civarındaki ailelere Gökçeada’ya yerleşmeleri için teklif götürülmüş. Ancak bir çokları teklifi reddetmiş.  Gökçeada’ya bu kadar insan yerleştirilmesine rağmen köyler pek kalabalık görünmüyor. Doğrusu aklıma devletin sağladığı olanaklardan yararlanmak için oraya yerleşip sonra da ikinci adres olarak kullanıldığı fikri geçti. Gökçeada’ya girişte Rumlara uygulanan özel vize 1993 yılında kaldırılınca paskalya bayramı ve 15 Ağustostaki Meryem Ana günü için memleketlerine gelip vatan toprağıyla hasret gidermeleri daha bir kolaylaşmış.
Feribotla, günde iki kez, ulaşımın sağlandığı ada her daim rüzgar içinde. Sohbet ettiğimiz birkaç kişi santral kurulması amacıyla rüzgar ölçümleri yapıldığını ancak yetersiz rapor edildiğini söylediler. Bu öylesine akıldan uzak ki komplo teorisi üretmeden duramadım. Ne olduğunu söylemek istemiyorum. Bütün bu okuduklarınız ışığında her kes kendi teorisini üretsin.
Aydıncık koyundaki tuz gölü yazın başka, baharda başka olanaklar sunuyor. Buradaki sörf okulu baharın yumuşaklığı ve adanın rüzgarında sörf olanakları sunuyor. Yazın suyu bir miktar çekilen göl tuz kristalleriyle ışığını yayarken sörfçüler bu kez denize yollanıyor. Tuz gölünün hemen yamacındaki çamur deryası bir çok kişinin ilgisini çekiyor. Çamura belenip kokular içinde dolaşıyor sonra da denizde yıkanıyorlar. Doğrusu ben cesaret edemem. Bir çok göçmen kuş, özellikle Flamingo, pelikan ve yaban kazları bu bölgeyi göç yolu konaklaması olarak kullanıyor. Adanın yazısı göç üzerine kurulmuş gibi. 
Adanın her köşesini gezip görmenizi önerirken araçsız gitmemenize işaret edeyim de her yeri son derece sakin, huzurlu ve gürültüden uzak adanın sadece merkezine mahkum olmayın. Aksi halde dibek kahve servisleri, taş evleriyle hüzünlü ve güzel köyleri, sakin ama rüzgarlı tepeleri, yıldız kaplı gökyüzünün altındaki sahilleri, adları Barba ile devam eden restoranları görmekte sıkıntı yaşayabilir, adaya gitmenin anlamını ve duygu yükünü hissetmekte zorlanabilirsiniz. Gökçeada ve İstanbul Sabiha Gökçen havaalanı arasında yazın haftada 2 veya 3 sefer uçak seferi olması ulaşımı kolaylaştırıyor. 
Cumartesi günü akşamı Kuzu limanından Kabatepe'ye dönüş çok zorlu geçti. Feribot feci salladı ama bir saat sonra o çılgın deniz bir anda yerini kuzu gibi bir denize bıraktı.
Lal la la la lapuppii...


27 Nisan 2014 Pazar

SIRMIONE;

GARDA GÖLÜNDE BİR GÜZELLİK

Kuzey İtalya’ya gelirken elimde uzuuuun bir gezi listesi vardı. Bazıları arkadaş tavsiyesi, bazıları benim araştırmalarım ama bunların içinde Sirmione diye bir yer yoktu. Buradaki bir arkadaşın tavsiyesi üzerine ufak bir araştırma yapıp gittiğimiz bu küçük kasaba gerçekten çok şirindi.  Burası bazı yazılarda balayı yeri, bazı yazılarda kafa dinleme yeri, bazılarında bir inci olarak anlatılmıştı ve bende aynı duygularla ayrıldım.

Sirmione için öncelikle biraz Garda Gölü (Lago di Garda) hakkında az da olsa bilgi vereyim. Garda Gölü Kuzey İtalya’nın göller bölgesindeki en büyük gölü. Kendisi bir buzul gölüymüş, buzul çağında buzullar tarafından şekillendirilmiş ve 370 km2 lik bir alana sahip. İlk gördüğümde bende deniz etkisi yarattı. Garda gölünün çevresinde birçok gezilecek kasaba var. Sirmione de bunlardan birisi, diğerlerini görmedim ama sanırım en güzeli burası.
Sirmione; Garda gölünün güneyinde  küçücük bir yarımada, bana hemen Karadeniz’deki Sinop ilini hatırlattı. Bizim asıl gezi hedefimiz Venedik ama Venedik arabayla uzun bir yol bu nedenle Sirmione’de konaklayıp oradan Venedik’e geçmeye karar verdik. Çünkü Venedik - Sirmione arası arabayla otobandan yaklaşık bir buçuk saat sürüyor. Besozzo’dan (benim yaşadığım kasaba) iki buçuk saatlik araba yolculuğundan sonra Sirmione’ye ulaştık ve otelimizi çok rahat bulduk, teknolojiyle aram yoktur ama bu durumlarda çok seviyorum. Otelimizi kolay bulmamızın sebebi tabii ki sevgili navigasyonumuz. Biz bu tür seyahatlerde hem ekonomik olduğu hem de daha rahat ettiğimiz için apart otelleri tercih ediyoruz. Otelimiz kesinlikle herkese çok rahat tavsiye edebileceğim temizlikte ve rahatlıkta bir oteldi. Personelin sıcak davranışları ve misafirperverliği inanılmazdı. Hemen çantaları otele bırakıp dolaşmaya çıktık. Otel görevlisinin tavsiyesi ve yönlendirmesi sayesinde araba park yerini çok kolay bulduk ve kendimizi Sirmione’nin sihirli atmosferinin içinde bulduk. Hiçbir şey yapmadan göl kenarında yürümek bile büyük zevk. Otel görevlisi şanslı olduğumuzu tatil olmadığı için çok kalabalık olmadığını söyledi ama kalabalık olduğunda nasıl olacak çok merak ettim. Sirmione Kalesi gezilecek yerlerin başında geliyor.
Bu kale tamamen saldırılara karşı korunma amaçlı inşa edilmiş. Sirmione kasabası Della Scala hanedanına ait bir yermiş ve Milano Lordlarının saldırılarına karşı 13. -14.yy da kale inşa edilmiş.
Birinci dünya savaşı sırasında birkaç kez yenilenmiş. Bu gün binlerce turist bu kaleyi geziyor.
Bu kuleyi tırmanmanızı tavsiye ederim, yukarı çıktığınızda göreceğiniz manzara iyi ki çıkmışım dedirtiyor.






Sirmione aynı zamanda kaplıcalarıyla da ünlü bir yer. Burnun sonuna kadar yürüdüğünüzde kaplıcaya ulaşıyorsunuz. Bursa’da büyümüş birisi olarak kaplıcalar çok değişik gelmedi ama burada Aquaria diye bir tesis var ve bence Bursa’daki işletmecilerin gelip burayı görmesi lazım. Annemin rahatsızlığından dolayı biz giremedik ama mutlaka özel bu kaplıca için geleceğim. Giriş ücreti biraz pahalı 39 Euro beş saatlik süresi var ama süre size zaten yeterli oluyor. Aklınızda bulunsun kaldığınız otelin burayla anlaşması varsa size indirim yapıyorlar bizim otel %25 yaptırıyordu.

Göl kenarında yürümek ayrı bir zevkti, dediğim gibi bence buraya göl demek çok zor. 
Bu tekneleri kiralayıp 30 dakikalık tekne turu yapabiliyorsunuz. Bizden 40 Euro istediler 5-6 kişi olabiliyorsunuz ücret kişi başı değil tekne kiralamak olarak alınıyor tavsiyem pazarlık etmeniz.
Sirmionenin bir diğer özelliği de çevresindeki faaliyet alanları için bir durak olması, bu nedenle küçük bir yer olmasına karşılık yaklaşık 90 otel var tüm geçim kaynağı turizm olan bir kasaba burası. Gardaland, movieland, safari park bunlardan bazıları ya da bizim gibi mola yeri olarak kullanılıyor.  Buralara gitmek istediğinizde otelinize bildirin çoğu otelin buralarla anlaşması var ve indirim yapıyorlar. 
Yolunuz bu taraflara düştüğünde bu şirin kasabayı atlamamanızı tavsiye ederim.
Mine KAYAM