25 Haziran 2014 Çarşamba

ŞARKÖY ve HAVALİSİ
Bugün 24 Haziran 2014. Tekirdağ’ın ilçelerinden Şarköy’e doğru yola çıktık. Tekirdağ merkeze girmeden çevre yolunu kullanmaya karar verince dağların, yeşilliklerin arasında yaptığımız yolculuk biraz uzadı. Uzamamış esasında biz öyle sanmışız. Şarköy’e girer girmez üç kardeş ve bir yeğen hemen plaja koştuk. Dağlarının yamaçları tamamen tarım üretimine ayrılan Şarköy uzun sahil boyunca kurulmuş. Doğrusu ilk gelişimizde bu kadar uzun, 60 km’lik, sahili olduğunun farkına varmamışız. Belediyenin web sitesinde Türkiye’nin 31. Dünyanın 62. en uzun sahili olduğu yazılı. Denizi ve kumsalı 2006 yılından 2012 yılına kadar mavi bayrak ile ödüllendirilmiş. Şehir içinden denize girebilmek birçok yerde unutulduğu için Şarköy’ün bu özelliği fazlasıyla sempatimizi topladı. Sofralık ve şaraplık üzüm, zeytin, buğday tarımı ve balıkçılık Marmara Denizi’nin kuzey kıyıları üzerinde kurulu ilçe ve komşu yerleşimlerinin gözde geçim kaynağı. Plajda deniz ve güneşin keyfine vardıktan sonra çarşıda dolaşıp yemeğimizi yedik ve sahilden dönmek üzere yola koyulduk. Yol üzerinde İğdebağları adlı köy tabelası dikkatimizi çekti. Köye gitmedik tabii ki.. Öğrendiğime göre Araplı adıyla da anılan köy Suriye Yörüklerince kurulmuş. Yörüklerin orada ne işi var diyorum ama Hacivat-Karagöz filminde ikiliden biri "biz yörürüüüz" diyordu. Yörükler her yere gidebilir. Onlar yörürleeerrr…
Şarköy'ün bağ rotası üzerinde bulunması şarap tatmak ve üreticiden satın almak için iyi bir fırsattı ancak hava kararmadan dönmemiz gerektiği için hiç birine uğrayamadık. Şarap rotası demek yasakmış bu nedenle bağ rotası diyorum. Kusura bakmayın. 
Sahil boyu her yer güzel, hava mis gibi tertemiz. Eriklice’ye gelince daha önce tanışmadığımız bir balıkçı barınağı tipiyle ki bu yolculukta pek çok gördük, tanıştık.

Sahilden kapı önlerinde kullanmak üzere birkaç adet taş aldık. Kapılar çarpmasın diye kullanıyoruz. Hem hoşumuza gidiyor hem de doğanın bir parçasını evimizde hissediyoruz.
Bağlarla ve zeytin ağaçlarıyla çevrili Mürefte’ye geldiğimizde koca koca çınarların karşılamasıyla sevindik. 
Tam Anadolu kasabası-köyü görünümü. Beldenin su motoruyla yaz işi yapan minik gençlerinin fotoğrafını çektim. Pek sevimlilerdi. Sahildeki iskelenin önüne kurulu meydana inip denizi kokladık.
 Çiftçilik dışında yapacak işi olmayanların beklemesi için çok sayıda kahvehane var. Hepsi dolu.
Gülhatmilerle beraber Hora feneri çıkıyor karşımıza. 
Rumca Hora’dan devşirilen yeni adı Hoşköy olmuş.
 
Wikipediye göre 1800’lü yıllarda 15000 nüfuslu bir yermiş. Rumlar göç edip gitmişler. Bilinen sebeplerle..
Kıyı Emniyetinin sitesinden birkaç bilgi kırıntısı elde ettim. Bir çok başka bilgiye de ulaşmakla beraber doğrulayamadığım için paylaşmak istemiyorum. Fener kimi kaynaklara göre 1876’da kimilerine göre 1861’de yapılmış. Fener ve gardiyan binası Kıyı Emniyeti ve Gemi Kurtarma İşletmelerince ulusal miras olarak korunma altına alınmış. Nasıl korumaysa pek bakımsız görünüyor. Döküm panellerle yapıldığı belirtilen fenerin dış yüzeyi paslı görünüyordu. Alt kısmına konutlar yapılmış. 
Bu konutlardan birinde yaşayan bir beyefendi. Kimsenin gelip gitmediğini, fenerle ilgilenen bir görevli olmadığını ve fenerin otomatik çalıştığı bilgisini paylaştı.
Yolun devamında birdenbire 950 metrelik yüksekliğiyle Trakya'nın ikinci en yüksek zirveli Ganos dağının yemyeşil eteklerine kurulu eski Rum köyü, köy gibi köy Uçmakdere’ye ulaştığımızı fark ettim. 
Köyün kendi web sitesine göre çavuş üzümü türü Amerika’ya buradan gitmiş. 
Kıyıdaki kamp alanı yüksek duvarlarla çevrilmiş. Böylece plaj görünmez olmuş. 
Köyün kocaman bir de çınarı var.Buradan sonra Tekir dağlarının ve denizin sunduğu müthiş manzara eşliğinde, 
karşıda Marmara ve Avşa adaları,
 korkutucu uçurumlarla sınırlanan yollardan, 
bir yanımızda yükselen, yol için traşlanmış tepelerden, 
yamaç paraşütçülerini teğet geçerek Kumbağ sokaklarına ulaştık. Tekirdağda hep uğrayıp köftesini yediğimiz, çorbasını içtiğimiz Meydan köftecisinin yol üzerinde açılan yeni şubesinde yemeğimizi yiyip bu günü tükettik.