16 Ekim 2014 Perşembe

YUNANİSTAN
Bölüm:1
Kavala-Selanik
  Kurban bayramı tatilini fırsata çevirip komşumuz, ezeli ve ebedi rakibimiz, resmi adı Helen Cumhuriyeti, adının dilimizdeki İyonya kaynaklı söyleyişiyle Yunanistana gidiyoruz. Hemen program yapıldı. Olmadı bir daha yapıldı. Arabayla gideceğimiz için mesafeler googlemap'tan hesaplandı, olası gecikmeler için zaman ilave edildi. Gidilecek yerler belirlenip nereye önce nereye sonra gidilecek planlandı. Araya Üsküp ve Manastırı sıkıştırabilir miyiz diye baktık. Maalesef olamadı. Zamanımız bu kadar farklı noktaya bu kadar sürede dört tekerlekli araçla ulaşıp keyifle gezmeye engel. 

Yapılan tüm hesaplamalara rağmen hem yola geç çıkmamız hem de İpsala sınır kapısında bekletilmemiz tüm gezide etkili olacak zamanda sarkmaya sebep olsa da plandaki hiç bir yeri atlamadık. Hepsi gezildi görüldü.

Önce Yunanistanla ilgili genel bilgi paylaşmaya ve gezdiğimiz yerleri üç bölüm halinde anlatmaya karar verdim. 
Kuzeyde Trakya ve Makedonya bölgelerinde Kavala ile Selanik, güneyde Attika bölgesinde Atina ve Teselyada Unesco Dünya Miras listesindeki Meteorayı görme olanağı bulacağız.
Yunanlar çoğunluk olarak Yunan Ortodoks kilisesine bağlılar. Kilisenin başı; İstanbul Fener Rum Patrikhanesinin kilisesi zaman zaman varlıklı ve/veya erk sahibi Yunanların düğün ve vaftiz törenlerine ev sahipliği yapar. Yunanistan Osmanlı imparatorluğunun çizmesi altında geçen yıllardan sonra, Osmanlının çöküş döneminde, 1821'de bağımsızlığını ilan etti. İlk olarak minik bir krallık olarak kurulup zamanın egemen güçlerince başına Bavyeralı bir kral; Otto getirilmiş. Ülke I. Dünya savaşı, Osmanlı-Rus savaşı, Balkan savaşları sonuçlarında yapılan anlaşmalarla Osmanlıdan aldığı topraklarla büyümüş bugünkü haline erişmiştir. 70 li yıllara geldiğimizde hala krallıkla yönetiliyor olmasına rağmen 1900 lerin başında Venizelosun ipleri eline almasıyla krallık biraz göstermelik kalmış. Zaten 70 lerin başında son kral II. Konstantin ülkeden uğurlanmış(!). 
Sınır komşumuz Yunanistan'la hala bir türlü dost olamamamız gerçekten çok şaşırtıcı. Çünkü gittiğimiz her yerde sempatik tavırlar, Türkçe konuşarak mutlu olmalar, gözleri dolarak özlem ve sevgiyle yad etmelerle karşılaştık. Yeme-içme kültürü zaten aynı. Her restoranın menüsünde yer alan musakka en bildik yemeklerinden biri. 
Hemen işaret etmek istediğim bir kaç noktaya değineyim. 
Eğer kendi aracınızla seyahat ediyorsanız otoyolları tercih etmeniz durumunda hazırda düğün parası gibi birer, ikişer eurolar ve elli sent ile onluklardan bolca bulundurun. İkide bir karşınıza çıkacak Deli Dumrul gişelerine bunlardan 1.20, 2.40, 3.50 gibi değişen miktarlarda ve sıkça vermeniz gerekecek. Sınırdan geçip yeşil yolu takip ederken karşımıza birden bire gişe çıktı. Doğrusu otoyola girmeye çalıştığımızı zannederken gişe ile karşılaşınca şaşırdık. Bir süre sonra ikinci gişe ile karşılaşınca Allah Allah ne zaman çıktık otoyoldan da şimdi giriyoruz dedik. Meğer otoyolu çeşitli etaplara ayırmışlar. Her etap başında ödeme yaptırıyorlar. Yok ben para vermek istemiyorum derseniz alternatif yolları kullanabilirsiniz. Yunanistan'da her yer, köy yolları dahil tertemiz. Hiç bir şekilde tabela kirliliği, çöp, yol kenarına atılmış moloz görmüyorsunuz. Üstelik her yer güneş enerji panelleriyle donatılmış. Daldan dala atladım yine. Hoşgörün. Köy yolları rahat, herhangi bir sorun yaşamadık. Zaman kısıtlı olduğu için çoğunlukla otoyol kullandık ama inanın habire para ödemek canımızı yaktı. Toplamda sanırım 60-65 euro kadar otoyol parası ödedik.
Kavala


İlk durak Kavala sahilinde, otogarın hemen karşısındaki bir restoran oldu.  Sıcak-soğuk yabancısı olmadığımız tencere yemeklerinden yedik.


 
Turizm ofisine uğradığımda görevli; Mehmet Ali paşanın evi, surlar, sahildeki fener göreceğiniz yerler olabilir diye bilgi verip şehir haritasını üç euroya satmak isteyince almadım. Ne vericem Yunanca haritaya üç euro.  Zaten yüzyılın Kavalalı Mehmet Ali Paşası şehir adı kullanılmadan söylenince kulağıma garip geldi. Sahilin temiz havasını içimize çekip yol boyu sempatik tavernalar arasından Mehmet Ali Paşa'nın müze evine doğru gittik. Saat üçe kadar açıkmış. Laf aramızda ziyaret saatini kaçırdığımıza üzülmedim. Müze ev Cuma, Cumartesi ve Pazar günleri saat 10: 15:00 arası açık, diğer günler eğitim programları? için açıkmış. Giriş ücreti: 2 euro, indirimli 1 euro.
Sahildeki parkta benim görmeyi atladığım büyük İskender heykeli varmış. Büyük İskender mevzusu derin. Makedonlar ile Yunanlar Makedonyalı İskender yüzünden kavgalıymış. Malum Makedonya bölgesi Yunanistanın kuzeyini ve Makedonya Cumhuriyetini içine alan büyük bir bölge. Bu nedenle Üsküpteki İskender heykelinin adı Atlı Savaşçı imiş. Yine bu nedenle uluslararası arenada bizim Makedonya diye bildiğimiz ülke Eski Yugoslav Makedon Cumhuriyeti olarak anılıyormuş. 

Selanik
Selanik II. Murat döneminde Osmanlıya katılmış. Katılımın ilk icraatı kiliselerin camiye dönüştürülmesi olmuş. Şehirdeki bir çok Bizans ve Osmanlı eseri şehrin çeşitli yerlerine dağılmış durumda. Selaniği gezmek için bir gün yeter diyenlere: Evet gerçekten her yere bir gün yeter ama neye ne kadar ilgi göstermek istediğinize bağlı. Elbette ki her yeri her şeyi göremeyeceğimiz için bir seçki yaptık ve öyle dolaşmayı tercih ettik. Seçkiyi yaparken Özgürlük meydanının adını hiç duymadığım için listeye almamıştım. Meydan listemize kendiliğinden girdi. Akşam üzeri ulaştığımız otel Luxemburg'a yerleştik. Pencereden bakınca sahili görebileceğimiz bir mesafede olması şahaneydi.

 Otel Aristo meydanı ile Özgürlük meydanı arasında bir yerde ve her ikisine yüzer metre mesafede. Özgürlük- Eleftheria meydanı, 1870 lerde oluşturulmuş batılı anlamdaki ilk meydan. Hani listemize kendiliğinden giren var ya işte o. Meydan Selanik'in son derece hareketli Ladadika bölgesinde(belki de mahallesinde demeliyim). Özgürlük meydanı Jön Türklerin merkezi ve sonraları nazi işgali sırasında Yahudilerin toplama kamplarına götürüldüğü nokta olarak kullanılmış.

 Tarihine ilişkin bilgiyi köşesine koydukları anlatıcı tabeladan okurken gözümüz park etmiş araçlara takılıyor. Dolandırdığım lafın kısası: Meydanı otopark yapmışlar. Tam karşısında ise eli belinde Yunanistan Merkez Bankasının binasını görüyoruz. Meydanın bir sokak arkasındaki balık restoranlarından birini, Yunan salatası eşliğinde kalamarımızı yiyip uzomuzu içtiğimiz, tarihi çok eskilere uzanan Meze restoranı kesinlikle tavsiye ederim.  Menüde sokağın tarihçesinden kendi tarihlerine, restoranın eski halinin fotoğrafına ve Uzo ile Tsipuronun farkına kadar her şey var ve bizler için Türkçe düzenlenmiş.



Ortamı hoş, servisi güzel. Fiyatlar uygun deniyor hep ama ben sadece pahalı değil diyorum. Bu sokak çok eskiden toptancılar ve ne idiğü belirsiz şeylerin satıldığı tam tabiriyle kötü şöhretli bir yermiş. Yenileştirme projesi ile temizlenip paklanmış, özellikle restoranları ile cazibe merkezi olmuş. Yemekten sonra gittiğimiz Aristo Meydanı ertesi güne, Selanikte izci teşkilatının 100. yılı etkinliklerine hazırlanıyordu. 1917 yılında şehri yakıp kavuran yangının ardından Bizans ve Batı Avrupa tarzı benimsenerek yapılan ve Büyük İskenderin hocası Aristo'nun adını taşıyan meydan Selaniğin en gözde meydanı. Konser, kutlama ve benzeri açıkhava etkinlikleri hep burada yapılırmış. Binaların hepsi neredeyse aynı diyeceğimiz benzerlik ve beyazlıkta dairesel bir şekli takiben uzun geniş bir koridor düzenlemesine oturtulmuş. Herkes sokakta, kafelerde, gözleri dükkan vitrinlerinde, sanki gündüzmüş gibi rahatlık ve huzur içinde dolaşıyor, cıvıl cıvıl yiyip içiyorlar. Hava çok güzeldi. Biraz yürüyüp vitrinlere baktıktan, kendimize palto, kaban fikirleri aldıktan sonra sahilden otelimize döndük. Eskiden, çok eskiden sahil yolundan tramvay geçermiş. Şimdi rayları dahi yok. Sahil boyu; yürüyüp deniz havası almak, kafelerinde oturup yiyip içmek için ideal. Yalnız dikkatimi çeken bir nokta daha var ki paylaşmam gerek. Sahile dik inen sokaklardaki restoran ve kafeler dışında kaldırım işgal eden masalar görmedim.
Kahvaltımızı yapıp otel önünde bayramlaştıktan sonra keşfe devam etmek üzere kendimizi sokaklara attık.

Minik Can'ımız Aristo meydanındaki izcilik faaliyetlerine katıldı.


Aristo amcalarının meydandaki heykeliyle oyun oynayan diğer minikler Ziya amcalarının onunla fotoğraf çektirmek istediğini anlamadılar. Biz de rahatsız etmedik.
Beyaz Kule
Kule girişinden aldığım tanıtım broşüründe Beyaz kulenin 15. yüzyılın sonlarında eski bir Bizans kulesinin yerine yapıldığı yazıyor. Kule kerelerce onarımdan geçmiş. Bu onarımlardan birinde gereksiz(!) olduğu düşünülerek etrafındaki alçak boylu sekizgen sur ortadan kaldırılmış. 
Googledan bulduğum eski bir fotoğraf ile henüz çektiğim, bu bilgiyi doğruluyor.
16. yüzyıldan başlayarak Aslan kulesi, Kalamarya kulesi, Yeniçeri kulesi, ve Kanlı kule gibi bir çok adı olmuş.  Kanlı kule adını 19. yüzyılda hapishane oluşu ve idam cezalarının uygulandığı yer olmasıyla almış. 1890 yılında beyaza boyanarak geçmişinden kurtuluşu ve özgürlüğe adım atışı vurgulanmış. Böylece adı Beyaz Kuleye dönmüş. Kule içindeki müze Selanik'in geçmişten bugüne tarihini anlatıyormuş. Düşük bir giriş ücreti karşılığı gezilebiliyordu. Tahmin ettiğiniz gibi biz müzeyi gezmedik. Aslında bu gezide hiç müze gezmedik. 1983 de Kültür bakanlığına devredildikten sonra başlatılan kule restorasyonu Avrupa Nostra ödülü almış.
Sahil yürüyüşümüzün Beyaz Kuleye göre ters tarafında kalan ucundaki anıt nazi işgali sonucunda toplama kamplarına gönderilip orada hayatını kaybeden ellibin Yahudinin anısına yapılmış. 

Hiç bir yerde adı sanı geçmeyen heykelin varlığından oraya gidince haberdar olduk.

Atatürk Evi

Selanik'e gelince olmazsa olmaz ziyaret yeri Atatürk'ün evidir. Yanımızda ilkokul öğrencisi minik olunca ekstra şart. Ev konsoloslukla sırt sırta küçük bir sokağın içinde. Selanik sokakları karışık ve dar. Bu da o sokaklardan biri.  Ağır demir bir kapıdan sırayla guruplar halinde giriliyor. Biz gittiğimizde şansımıza sıra yoktu. Hoop hemen içeri atladık. Pazartesi günleri hariç her gün saat 10:00-17:00 arası ziyarete açık müzeye giriş ücretsiz. Evi tamamen elden geçirmiş ve müze yapmışlar. Anlatıcı panolar ve en üst katta Atatürk'ün parafinden yapılı heykeli olmasa kimin evinde olduğunuz anlaşılmıyor. Çocukların özellikle ilgi gösterdiği müzede çocuklara yönelik herhangi bir sunum, etkinlik, onların anlayacağı dilden hiç bir şey göremedim. Bence gayet başarısız bir müze girişimi olmuş. Tefrişi yapılan tek yer mutfaktı.

Oradan çıkıp  II. Abdülhamitin sürgün günlerinde kaldığı Alaitini köşkünü görmek istedik. Yanlış yönlendirmeyle Selaniğin tepelerine, surlara çıkmışız. 

Surları zaten görecektik ama hedef sapınca insanın canı sıkılıyor. Surların olduğu bölge Osmanlı mimarisi cumbalı iki katlı evlerle dolu. Surlardaki mahallenin ki eski Selanik burası imiş eski Bursa sokaklarına çok benzeyen bir hali var. Köşkün yerini sorduğum bir tur rehberi yerini tarif etti ama dedim ya Selanik biraz karışık diye.. Bulamadık. 

4. yüzyılda Galerius Sezara mezar niyetiyle yapılıp, 1523 ten Osmanlı hakimiyetine girene kadar katedral ardından minare eklemesiyle cami; Unesco Dünya mirası Rotonda/Rotunda-Aya Georgios kilisesindeyiz. 

Rotondanın mozaikleri erken dönem Hristiyan sanatında önemli bir yere sahipmiş. Tavandaki mozaikleri görüntülemeye çalıştıysam da geriye pek bir şey kalmamış olduğunun kanıtı olmaktan gayrı bir işe yaradığını düşünmüyorum. Büyük bir kompleks içinde yapılmasına rağmen çevresindeki yıpranma ve yapılaşma ile yalnızlığa itilmiş. 

Az aşağısındaki kaderdaşı yalnız Kamara üzerindeki muhteşem rölyefleriyle kilisenin giriş yoluna işaret ediyor. 
Kamara Roma imparatoru Galeriusun Perslerle yaptığı savaş sonucu elde ettiği zafer nedeniyle yapılmış.
Selanikte bulunan Unesco dünya mirasındaki diğer yerleri öğrenmek isterseniz linki burada.
http://whc.unesco.org/en/list/456

Gezinin bu bölümü hüzünlü bir Selanik türküsüyle bitsin.

YUNANİSTAN
Bölüm:2
Atina
Adını mitolojik tanrıların babası Zeus'un kızı Athenadan almış Atinadayız. Sokrates'in, Aristo'nun ayak izlerinde, felsefe ve sanatın okulu, antik çağların en önemli ve eski şehirlerinden Atinada. Şehrin her yeri bir çoğu iyi korunmuş upuzun sütunlar üzerinde yükselen tarihi yapılarla dolu. 
 Şehre girer girmez canımız sıkıldı. Kıskançlıktan sandınız dimi. Yok canııım ne kıskanalım. Otel rezervasyonumuzda bir sorun olmuş. İki gün kalmak üzere rezervasyon yaptığımız otel odamız başkasına verilmiş. Sorumlu delikanlı defalarca özür dileyip yaptığı küçük çalışma sonucu Pirede bir otelde yer olduğu bilgisini verdi. Pireus tabelalarını takip ederek otelimizi bulduk. Pire limanının on numaralı kapısının karşısındaki Poseidonio oteli liman manzaralı. Bizim odamız sıgara kokuluydu ve doğrusu başka oda isteyecek enerjim yoktu. Ekibin diğer üç kişilik odası gayet güzel ve temizdi. Sabah keyifle kahvaltı yapıp otelden çıkar çıkmaz akşam tepeden baktığımız, sabahın köründe bizi uyandıran çanların sahibi kiliseye girdik. Ayinin son dakikalarına katıldık. Özene bezene yapılmış kilisenin freskleri diğer kiliselerde gördüklerimizden pek farklı değil. Farklı olan ve şu ana kadar hiç bir kilisede görmediğimiz koyu tenli İsa heykeli.
 Kilisenin zemini 
 Hristiyanlarca kutsal sayılan balık figürü ile donatılmış.
Otelin önünden yokuş yukarı, on metre kadar ileride dikkatimi çeken, dini figürlerin satıldığı ve önünde bir ustanın  çalıştığı dükkana uğradım. Amanınnn iyi ki uğramışım. Dükkan sahibi Gulielmos Usta Türkiye hayranı. Üç kez İstanbula gelmiş. Yaptığı işleri anlattı. Koca bir dosya dolusu İstanbul gravürü gösterdi, kapısını çaldığımız için çok ama çok duygulandı.
 Pire limanında arabayla dolaşıp etrafı kolaçan ettik. Limanı dolaşınca Yunanların denizden yararlanmayı bildiği açıkça görülüyor.
Güne Pire limanı ile başlayıp Ulusal kütüphane
ve
  Akademi üniversitesiyle devam ettik. Sanat şaheseri binaların içine hafta sonu olduğu için giremedik. 
Akropolis
Yürümekten aşınmış ve parlamış mermer taşlarla yapılı yoldan hafif bir eğimle çıkılan, tüm şehre tepeden bakan, sağlam kayalık bir tepenin üzerine konuşlanmış Akropolis'e çıktık. Akropolis Unesco Dünya miras listesinde klasik çağın ve uygarlığın evrensel sembolü ve antik Yunanın günümüze bıraktığı en büyük mimari ve artistik kompleks olarak tanımlanıyor. 
Neşeli kalabalıkla beraber tırmanışın sonunda bilet gişesine geliyoruz. Çok fazla ziyaretçi olduğu halde gişe önünde ve girişte herhangi bir yığılma göremiyorum. Hemencecik 12 eoru verip biletimizi alıyoruz. 
Minikler ücretsiz. (Bu biletle Zeus tapınağına girilebiliyor. Akropolisi gördük, neye gerek kalabalık olmasın çantamda diye sakın ola ki atmayasınız.) Ben o ara gişenin yanındaki büfeden özenip limonlu buz almıştım. 4.5 euro verdiğim limonlu buzum diğer tüm yiyecek, içecekler gibi tarihi sitenin içine alınmıyormuş. 
Kimseyi bekletmeyeyim diye çabucak içmek istedim. Damağımı, ağzımı, burnumu dondurunca cezasını hemen kestim. Paracıklarımla beraber çöp kutusunu boyladı. 
İlk olarak Odeon of Herodos Attikus ile tanıştık. Herodos Attikus eşi için yaptırmış. Yapıldığı milattan önceki zamanlar için çok büyük seyirci kapasiteli. Hiç yaşlanmamış. Hala bir çok konser ve farklı etkinlik için kullanımda.

...Veee en sevdiğim spor ayakkabı markasının isim annesi, zafer tanrıçası Nike tapınağının önünde ben. 
Tamamen kayalık bir alana kurulan Akropolisin zamanla rüzgar ve kullanımla aşınıp parlamış kayalıklarında dolaşabilmek için
  ayağınızda altı lastik ve topuksuz ayakkabınız olması yerinde bir karar olur. Aksi durumda kafayı gözü patlatmak işten değil. Ayaklarımızı dinlendirirken Yekta:" Nasıl yapmışlar bu kayalıklara bunca binayı?" Ben "Valla ne bileyim. Ben de şaşkınım."
 Athenanın anısına, milattan önce 5. yüzyıl yapısı Parthenon Akropolün gözbebeği. O kadar azametli ki hayran oluyorsunuz.
Şu anda onarımda olduğu için dışından bakmakla yetindiğimiz Parthenon ile ilgili bir şey yazmayayım. Gidin, görün.

 
Sitenin bu köşesinde, Yunan direnişinin ilk aktivistleri kabul edilen iki genç işgal yıllarında asılı nazi bayrağını indirip yerine kendi bayraklarını asmışlar. Gençlere sonra ne olmuş? naziler onlara ne yapmıştır? Düşünmek dahi istemiyorum. Umarım yakalayamamışlardır.
Tüm şehri kuşbakışı misali görebiliyorsunuz. Bu köşeden tanrılar tanrısı Zeus tapınağı ve az ilerisinde Panathenaic stadyumu, bir başka köşeden Plakanın yokuşlarındaki minik beyaz gecekondularıyla Anafiotika görülüyor. 
Plaka çok hareketli bir yer. Daracık sokakları hediyelikçilerle dolu.
Medusa sandaletin büyüklüğü karşısında şaşırmış görünüyor.
Atinaya ulaştığımız ilk gün rezervasyonumuzun iptal edildiği otelin diğer ve ona çok yakın şubesindeyiz. Esasında hostel olarak tanımlamak daha doğru ama sisteme kayıtlı değiller. Birinin adı Athens Backpackers, diğerininki Athens Studios. Athens Studios'un yanıbaşında; Çamaşırhane, fish and chips dükkanı, bir bar ve uluslararası öğrencilerin konaklayabileceği bir yurt var.
Akropole çok yakın olmasıylada şiddetle tavsiye ediyorum.
Otelimize yerleşip bir parça dinlendikten sonra bir kaç dakikalık mesafedeki tertemiz, pırıl pırıl Akropolis metro istasyonundan 1.20 euro ödeyip Monastiraki meydanına gittik.
Akropolis manzaralı karma karışık meydanda fazla oyalanmadık. Görülecek yerler açık olaydı iyiydi ama saat altı oldu. Bu saate müze mi kalır. Yanıbaşındaki Ermou caddesinden yürüyerek gitmek yerine aynı biletle metro hattını kullanıp Sintagma meydanına ulaştık.
 Yunanistan parlamento binası önündeki meçhul asker anıtının önünde her saat başı nöbet değişimi yapan Efsun askerleri izlenecek.
 Erken gelmişiz. Ermou caddesinde bir tur atıp zamanı değerlendirdik. 

Saat yedide izlediğimiz nöbet değişimin ardından Plakada yemeklerimizi yedik. Athens Studios'un yanındaki barda otelimizin ikramı uzolarımızı yuvarlamadan hemen önce fotoğrafladık.
Sabah  ortalama bir kahvaltı yapıp yola çıkmadan önce antik 
Olimpiyadaki Zeus tapınağını gördük. Giriş 2 euro, ziyaret saatleri 08:00-20:00 ve en son giriş 19:45 Akropol biletlerimiz geçerli. Ohh bedava gibi bi şey.
Tapınak antik Yunan yapıların en büyüklerinden biri. Bir tarafında Atinalıların Hadrianı onurlandırmak için yaptığı kapı ve eski şehir ile ile geniş bir alana yayılmış. Tapınağın önündeki geniş yoldan devam ettiğimizde beş altı dakika sonra Panathenaic stadına geldik. Milattan önce 4. yüzyılda yapılmış stat  M.Ö 139-144 de yeniden ve tamamen mermerden inşa edilmiş. Çok çok uzun süre kullanılmamış. 1870 li yıllarda onarım faaliyetleri yapılıp 1876 da ilk olimpik oyunlara hizmet etmiş. 2004'te yaz olimpiyatları yapıldıktan sonra kültürel etkinlikler ve turistik amaçla kullanılır olmuş. İlk yapıldığında paralelkenar şekilli iken onarımlar ve yeniden yapımlar sırasında at nalı şeklini almış. 
Bu da giriş biletlerinin fiyatı
Panathenaic stadyumunun tanıtım broşüründen:
 Stadyum adı, koşu pistlerinin antik ölçülerle yaklaşık 185 metreye karşılık gelen uzunluğu bir stade'den türetilmiş. Heybemizde dursun. Yarışma programına davet edilirsek lazım olur
 
Bu şirin tren Atina meraklısı turistleri gezdiriyor.
Dinlerim derseniz Yunan sanatçı Demis Rousoss'un süper sesinden benim yaşımdakilerin çok iyi bildiği  Good Bye My Love Good Bye