1 Aralık 2014 Pazartesi


BARSELONA (I)
Mine Kayam
 Gezilip hayran olunacak şehir; BARSELONA
Ağustos ayının başında Türkiye’de olmanın heyecanını yaşarken, Yıldırım “Barselona’ya bilet aldım” dediğinde “Aaa.. iyi olmuş” dedim. Sanırım Türkiye’de olmanın yoğunluğundan nereye gideceğimizi pek iyi kavrayamamışım. Biraz zaman geçince “Bir dakika ya biz Barselona’ya mı gidiyoruz? Ama bu harika ya!” dedim geç fark ettim nereye gittiğimizi, hem de Burcularla gidiyoruz. Bu tür gezilerde arkadaşlarla olmayı seviyorum, daha eğlenceli oluyor. Beyler erken davranarak biletleri 20 Euro gibi gerçekten ucuz bir fiyata almışlardı.
Eh, bize de bir iki hafta önceden araştırma yapmak düşüyordu. Üç gece kalacaktık ama tam iki günümüz vardı ve bunu en iyi şekilde değerlendirmemiz gerekiyordu. Burcu’yla beraber çift koldan epeyce bilgi topladıktan sonra otelleri ayarladık (neyse ki oteller beyler tarafından beğenildi). Booking.com’u seviyorum yorumları her zaman doğru çıkıyor, beni hiç hayal kırıklığına uğratmadı.
Gelelim Barselona’ya;  
Barselona İspanyanın ikinci büyük kenti ve şehir planı inanılmaz düzenli. Araştırmalarımı yaparken öğrendim, kentsel dönüşümün en güzel örneğiymiş, önce yürüme alanları meydanlar planlanmış sonra yıkım başlamış. Gitmeden önce şehir planı ararken bulduğum bu fotoğraf ne demek istediğimi çok güzel anlatıyor.
Kentte yürüyüş çok rahat, bütün sokaklar birbirini kesiyor, eğer doğruysa bu dönüşümden sonra esnafın satışları artmış ve en önemlisi tarihi alanlar bozulmamış, tam tersi daha çok ön plana çıkmış. Barselona, İspanyanın önemli bir liman kenti ve ticaret merkezi, tabi ki önemli gelir kaynaklarından birisi de turizm.
Uçaktan iner inmez bindiğimiz takside buradaki halka İspanyol değil Katalan dememiz gerektiğini anlıyoruz. Zaten bir süre sonra her yerde “Catalonia” yazdığını görüyoruz, hemen hemen hiçbir yerde İspanya yazısı yoktu. İlk rehberimiz taksi şoförümüzdü ve bize havaalanından çıkar çıkmaz çevremizdeki yerleri anlatmaya başladı. İlk gördüklerimiz iki tane bira fabrikasıydı. Bunlar, bölgenin en büyük bira fabrikalarıymış.
Limanda çok büyük iki yolcu gemisi vardı, bir gemide toplam 8 bin kişi varmış; 2 bin personel 6 bin yolcu, İspanyaya gelen turist sayısını siz düşünün!.. Rakamları doğru mu anladım diye iki kere tekrarlattım. Bu arada şoförümüz bize hemen futbolcu Messi ile çektirdiği fotoğrafı gösterdi. Ünlü futbolcu arabasına yolcu olarak binmiş, “Messi arkada oturdu” deyince Altar neredeyse koltuğu alıp götürecekti, çocuğu arabadan zor indirdik. Konuşkan şoförümüz sayesinde otele nasıl geldiğimizi anlamadık. Bu arada hava alanından şehre otobüsler de var ama oldukça uzun sürüyor, biz o nedenle biraz fazla para verelim ama zamandan kazanalım dedik. Taksiler üç tarife, zaten taksinin üzerinde yazıyor. Yeşil yanıyorsa “boş” anlamına geliyor. Üzerlerinde 1, 2, 3 rakamları yazıyor ki bunlar tarife numaraları; “1” en ucuzu normal gündüz,  akşam “2”, tatil günleri ve gece yirmidörtten sonra da “3”. Taksi için detaylı bilgiyi bu linkten bulabilirsiniz, bana hesaplaması çok karışık geldi.
Taksiden gördüğüm bu bina Barselona’daki en lüks otelmiş beş yıldızlı, satılık olan yerler ise, eğer şoförümüz doğru söylüyorsa, 3 milyon Euro gibi rakamlarmış.
Valizleri otele atıp hemen elimizi yüzümüzü yıkayıp sokağa çıktık, saat akşam altı olmuştu ve bizim her dakikayı değerlendirmemiz gerekiyordu. Otelimiz merkezi yerlere yakındı, o nedenle ilk akşamı yürüyüşle değerlendirdik. Buranın yaşadığımız İtalya’dan farkı,  hayat gece devam etmesi ve her yerin inanılmaz  bir canlılıkla cıvıl cıvıl olmasıydı. Biz daha ilk dakikalardan itibaren “harika!..” demeye başladık.
Biz tam da saatlerin geri alındığı gün gitmiştik, o nedenle hava çabuk karardı, ama bu resimde de gördüğünüz gibi herkes sokaklardaydı ve hava da sadece bir hırkayla yürüyecek kadar güzeldi. Sokaklar restoran dolu ve hepsi sizi çağırıyor. İlk anda biraz bocaladık, ama sonra bir yer bulup yemeğimizi yedik. İlk akşamın şaşkınlığını yürüyerek attık ve yolun sonunda tarihi Sant Pau hastanesine ulaştık.  
Burası dünya mirasları listesine girmiş modern sanatın örneklerinden ‘Sant Pau’ hastanesi. Hastanenin içini gezemeyeceğim diye üzülmüştüm, ama kapıdaki yazıda büyük bir kısmının yenileme çalışmaları nedeniyle kapalı olduğunu okuyunca, ne yalan söyleyeyim biraz sevindim. Hastane 2009 yılına kadar faalmiş, bence gece bile çok güzel görünüyordu. Ertesi gün uzun bir gün olacaktı, o nedenle otele dönüp dinlenmemiz gerekiyordu. Ben pek dönmek istemedim, ama gezeceğimiz yerleri düşünüce kabul ettim.
Barselona’da gezilecek yerler gerçekten çok fazla, o nedenle çok iyi planlama yapmak gerekiyor. Kişisel olarak tavsiyem, alabileceğiniz biletlerin hepsini internetten alın.  Artık müze türü yerlerin hemen hepsine internetten bilet alabiliyorsunuz, hatta bazılarında çıktı almanıza bile gerek yok. Eğer telefonunuz “akıllı”  dediklerinden ise ilgili karekodu telefonunuzdan da okutabiliyorsunuz.
Bu geziyi ‘biz nasıl gezdiysek’ öyle anlatmaya karar verdim, biraz uzun oldu ancak gezimizin her dakikasını size yansıtmaya çalıştım. Akşamki turdan sonra otele döndüğümüzde, sabah ilk olarak otele çok yakın olduğu için “Sagrada Famiglia”yı gezmeye karar verdik. Üstelik çok merkezi bir yerde  ve daha sonraki turumuz için güzel bir başlangıç noktası. Biletlerimizi internetten almıştık ve o nedenle rahattık. Daha sonra da benim çok sevdiğim turistik “hop on - hop off” otobüslerine binmeye karar verdik. Üçümüz için iki günlük bilet 90 Euro tuttu. Bu fiyat ilk anda pahalı gibi gelebilir, ama yabancı olduğunuz bir yerde çok rahatlık sağlıyor. Hangi metroya, kaç numaralı otobüse bineceğim diye düşünmüyorsunuz. Durakları da çok güzel ayarlamışlar, sizi neredeyse gideceğiniz yerin tam önünde indiriyorlar. Dolaşırken açıklamaları, kulaklıktan kapalı devre radyo yayınından dinlemek ve not almak da ayrıca çok faydalı oluyor. Ayrıca bir de, bize bazı müzeler, restoranlar ve benzeri yerler için indirim koçanı verdiler, birçoğunu kullandık. Ben hesapladım üçümüze yaklaşık 20-25 Euro indirim olmuş.
 İlk durak olan ‘Sagrada Famiglia’ya gittiğimizde, bilet kuyruğunu görünce “Ne kadar isabetli bir karar vermişiz...” diye kendimizi kutladık. Eğer biletleri almamış olsaydık, emin olabilirsiniz hiç abartmıyorum, en az iki saat kuyrukta beklerdik.
‘Sagrada Familia’, Barselona’nın en ünlü ki bence bu ünü fazlasıyla hak ediyor, bazilikası. Mimarı ise Antoni Gaudi. Burayı gezmeden önce mutlaka Gaudi hakkında bilgi edinilmesi gerekiyor. Rehberli turlar vardı ama maalesef İngilizce olan gruplar o gün için dolmuştu, bu nedenle ona bilet alamamıştım. Açıkçası, ‘aman canım ben hallederim’ dedim ama her sütun, her heykel, her taş bir anlam ifade ediyor. Ben orada sabahtan akşama kadar kalabilirdim. Gaudi tanınmadan eserlerinin anlaşılması zor.
Tam adı Antoni Gaudi i Cornet. 1852 yılında doğmuş. Çocukluğu hep ormanda, ağaçlar, bitkiler, hayvanlar arasında geçmiş. Müthiş bir gözlemci, hatta bu konuyu biraz abartmış bile, bazı hayvanları eve getirip iskeletlerini çıkarıp incelermiş. Tüm eserlerinde bunların etkilerini görebilirsiniz.  Balıklar, kertenkeleler, ağaçlar onu en çok etkileyen şeyler.
Üniversiteden mezun olurken hocası, “Bir dâhiyi mi yoksa bir deliyi mi mezun ediyorum bilemedim.” demiş. Mezuniyetinin hemen ardından İspanya’nın zengin ailelerinden Güell ailesiyle çok sıkı dost olmuş ve onlara yaptığı evler, parklar ile dehasını ortaya koymuş. En ünlü eseri Sagrada Familia’nın;kutsal aile, kimi kaynaklarda “bitmeyen kilise” olarak geçiyor. Mimar bu bazilikanın yapımını 1883 yılında üstlenmiş ve inşaat hala devam ediyor. Ben hemen “Ama nasıl bitiriyorlar? O ölmüş!...” diyemeden, bitmesi için gereken tüm planları hazırlayıp bıraktığını öğreniyorum. Bu bazilikanın bitmemesi o kadar abartılmış ki birtakım insanlar bittiğinde dünyanın sonunun geleceğini bile söylemeye başlamışlar. Binanın yapımını üstlendikten bir süre sonra evini de buraya taşımış ve kendini tamamen dine vermiş, neredeyse tüm vaktini burada geçiriyormuş.  Böyle birisinin ölümü de bana çok trajik geldi; bir gün dışarı çıktığında yoldan geçen bir araç kendisine çarpıyor, giydiği salaş kıyafetlerden polis onu tanımıyor ve kimsesiz olduğu düşünülerek Kızılhaç hastanesine kaldırılıyor. İki-üç gün sonra kimliği anlaşılıyor, hastaneye gelen zengin dostları onu özel hastaneye kaldırmak istediklerinde ise bunu kabul etmiyor ve 72 yaşında orada ölüyor.
Bu bazilikanın dışarıdan görünümü, inşaat vinçleri görüntüyü bozsa da muhteşem görünüyor. Henüz sekiz tanesi bitirilebilen kulelerin tamamı on sekiz adetmiş.

Girer girmez bu görüntü sizi şaşırtıyor. Dört farklı sütün grubu var; kalınlıkları, yükseklikleri, dış şekilleri farklı ve hepsi bir araya geldiğinde böyle haşmetli bir orman görüntüsü veriyor.
Vitrayların amacı hem de gün ışığında faydalanmak hem de dua etmek için uygun bir ortam sağlamak.
Gaudi en büyük eseri olan Sagrada Familia’nın altındaki özel yere gömülmüş.
 Burası bir okul, sınıf görünce öğretmen kürsüsüne oturmadan yapamadım. Gaudi, bazilikanın inşaatında çalışanların çocukları için hemen yanına geçici bir okul yapmış.
Bizim gezdiğimiz, fotoğraf çektirdiğimiz bina orijinal ama için tamamen yenilenmiş. Bu fotoğraf ise o zamanki okul ve çocuklar.
Yine aynı bahçe içinde Gaudi’nin eserleri hakkında bilgi veren, eserlerin maketlerinin olduğu bir müze var.
Bu önünde durduğum yer bazilikanın kapılarından birisinin aslına yakın büyüklükteki fotoğrafı. Çalışmalardan dolayı orijinal kapıyı göremedik ama fotoğraf çektirdim. Bu bronz kapının özelliği, üzerinde Hz. İsa’nın öğrettiği bir dua olan “Paternoster”in Katalancasının bulunmasıdır.  Tamamı kabartma olan bu yazının çevresinde ise tam elli dilde, “günlük ekmeğimizi bize ver” duası yazılmış.
Sagrada Familia’dan sonra sevgili otobüsümüze bindik. İkinci durağımız Park Güell.
Park, Barselona’yı gören yüksek bir yere kurulmuş o nedenle yokuşlu bir yolu var. Burası Güell ailesine ait bir yermiş. Aile 60 evlik bir site kurmaya karar vermiş ancak ulaşım zorluğundan dolayı sadece iki evi satabilmiş. Dolayısıyla projeden vazgeçilmiş. Böylece Güell ailesi en büyük özel bahçeye sahip olmuş. 1918 yılında babaları ölünce, çocukları burayı belediyeye hibe etmiş. Evleri devlet okuluna dönüştürülmüş, 1926’da ise bahçe de halka açık bir park olmuş ve 1984 yılında da dünya mirasları listesine girmiş. 
Parkın girişinde sizi bu bina karşılıyor, tıpkı masallardaki gibi. Park Güell de Gauidi’nin muhteşem eserlerinden bir tanesi. İnternetten bilet almak için baktığımızda her yarım saate 400 kişinin girilmesine izin verildiğini gördük “aman canım tabi ki gireriz…” dedik ve hata yaptığımızı anladık. Çünkü parka giremedik. Bilet kuyruğunu gördüğümüzde gözlerimize inanamadık ve de öğleden sonra saat dörde kadar tüm yarım saatler dolmuştu. Biz saat yarım civarı oradaydık kalabalığı siz hesaplayın artık. Yani, buraya da mutlaka biletlerinizi internetten alıp gidin, çıktı almanıza gerek yok telefondan kod okutulabiliyor.
Bizde kaderimize razı olup, ücretsiz girilebilen kısımlarını gezdik, diğer tarafların da çekebildiğimiz kadar fotoğrafını çektik.







Burası Gaudi’nin evi, 20 yıl burada yaşamış, şu anda müze olarak hizmet veriyor.

Evet, burası da bizim bilet alamayıp giremediğimiz kısım, söylediklerine göre bu banklara oturanlar kalkmak istemiyorlarmış, çok ergonomik ve rahatmış. Zaten Gaudi için ergonomi olmazsa olmaz.
Burası da yine biletle girilen bir kısım. Bu fotoğraftan çok iyi görünmüyor, yukarıdan aşağıya doğru büyük bir kertenkele heykeli var.
Park Güell için birçok yerde giriş ücretsiz bilgisini görebilirsiniz, evet parka girerken ücret ödemiyorsunuz, çok büyük bir park ama Gaudi’nin eserlerinin olduğu kısma paralı giriyorsunuz ve sekiz Euro. Bence parkı park yapanda bu kısımlar.
Parkla ilgili bir başka ipucu da ulaşımla ilgili; metro ile ulaşımı tavsiye etmem çünkü bir kilometreden fazla yürümeniz gerekiyor. Otobüs daha iyi, ama onda da aklınızda olsun dik bir yokuş çıkmanız gerekiyor.  Turistik gezi otobüsleri en yakın yerde indiriyor, onda bile on dakikalık bir yokuş çıkıyorsunuz.
 Hemen otobüsümüze binip, bir sonraki gezme durağımız Casa Battlo’da indik.
Yine Gaudi imzalı bir ev. Eve girerken herkese elektronik rehber veriyorlar çünkü evde her  oda, her kapı ve her köşenin bilinmesini istedikleri bir özelliği var. Giriş ücreti yetişkin için 21,5 ve çocuk için 18,5 Euro. Açık olduğu saatler: 09.00 - 21.00 arası. Tur otobüsünün verdiği indirim çeki ise 3 Euro.
Bu evin özelliği, hiç sert köşelerin olmaması. Ev için yapılan yorumlardan birinde sanki evin içinde su dalgaları dolaşmış ve bütün köşeleri yok etmiş diyordu. Evde dolaşırken zaten hep deniz aklınıza geliyor.

Burası, terasta bir köşe küçük bir havuzla bahçe havası verilmiş. Gaudi’nin inşaatlarından birine fayans getiren kamyon, tam geldiğinde devrilmiş ve fayansların neredeyse hepsi kırılmış, işçiler fayansları geri götürmek istediklerinde, Gaudi işçileri durdurmuş ve fayansları kullanacağını söylemiş. Tüm kırık fayansları böyle yan yana yapıştırarak değerlendirmiş ve sonrasında da Barselona’nın simgesi olmuş bu kırık fayans çalışmaları.
Evin çatısına baktığınızda ejderha sırtı şeklinde olduğunu göreceksiniz.
Evden çıktığımızda akşam olmuştu ama İspanyadayız İtalyada değil. Herkes sokakta. O nedenle meşhur La Rambla;yürüme yolu, caddesine gittik. Burada çok sayıda mağaza ve restoran var.
 Cadde meşhur Plaça de Catalunya’dan başlıyor. Buraya ilk gelişimiz gece olduğu için fotoğraflar güzel olmamıştı, ama ertesi günü bu fotoğrafı çekebildim.
Bakar mısınız ne kadar hareketli, ne kadar cıvıl cıvıl bir cadde. Uzun bir cadde, denize kadar yürüyorsunuz ve yolun sonunda Cristof Colomb’un anıtına geliyorsunuz.
Bu anıttan da Port Vell’e, limana geçiyorsunuz.
Burası da “Rambla de Mar", Colomb’un anıtından limana giden ahşap bir yolun sonunda alışveriş yerleri ve restoranlar var.
“Mercat de la Boqueria”, La Rambla’da yürürken gireceğiniz çok ilginç, çok renkli ve çok değişik tropik meyvelerin olduğu bir pazar.

Rengârenk bir pazar ben bayıldım, bizim gibi kuru patlıcanlar, biberler de vardı. La Rambla’da yürürken buraya mutlaka girin, zaten çok vaktinizi almıyor, gerçekten çok ilginç şeyler satılıyor.
Eh… pazarı da gezdikten sonra perişan bir vaziyette otele dönme vakti gelmişti.
İkinci bölüm için tıklayınız lütfen
BARSELONA (II)
Mine Kayam
Barselona keşfinin ikinci gününde biraz daha erken saatte, gezi otobüsüyle tura başladık.
 Fazıl Say konser afişine bayıldım, milliyetçilik duygularım kabardı ve hemen belgeledim.   Oğlunuz spor delisi olunca Barselona’ya gelip “Camp Nou” (NouCamp Stadyumu) görülmeden olmuyor maalesef. Ben bilet parasının; yetişkin 23 çocuk ise 17 Euro olduğunu görünce “Hayırrr…” diye biraz tepindim, neyse sonunda sadece mağaza ve bahçe kısmında şöyle kısa bir dolaşmaya Altar beyi ikna ettik.


İtiraf etmeliyim çok güzel bir mağaza hazırlamışlar, ben bile çıkmak istemedim. Buraya kadar gelip de Barselona forması almadan olur mu? Olmaz tabi, mağazadaki formalar takım olarak yaklaşık 150 Euro tutuyordu ama biz başka bir yerden 45 Euroya hallettik. Bu arada yeri gelmişken hemen bir tavsiye daha, çok fazla hediyelik eşya dükkânları var ve gerçekten almak isteyeceğiniz hoş şeyler var. Pazarlık edin, işe yarıyor hem de ciddi ciddi edin.
Barselona sokaklarında yürürken bu tarz canlı heykellere oldukça sık rastlayabilirsiniz. En ilgimi çeken bu heykel oldu.
Sonraki durağımız ‘Casa Mila’ diğer adıyla ‘La Pedrera’;yine enteresan bir Gaudi çalışması. Bu, Casa Mila’nın  maketi. 
 Oldukça büyük bir apartman, ayrıca hala apartmanda oturan aileler var, onları rahatsız etmeyin diye uyarıyorlar. Binanın çatısına asansörle çıkıp oradan aşağı inerek gezmeye başlıyorsunuz.
 Gaudi her şeyi çok hesaplayarak yapmış, burası evin çatısı ve o boşluktan görünen yer Sagrada Familia.
Burada çatıyı tüm olarak görüntülemeye çalıştım. Bu gördükleriniz bacalar, dikkatli baktığınızda insan yüzüne benzediğini göreceksiniz, öndeki yeşil olanda da kırık şampanya şişelerini kullanmış.
Gaudinin kendine özgü bacaları.
Gaudi, binaların çifte korunmaya ihtiyacı olduğunu düşünürmüş, yani çatı katı şapkaysa, çatı da onu koruyan şemsiye.
Burası çatı katı, alttaki resimdeki piton yılanının omurgası ile çatı arasındaki benzerlik son derece net bir biçimde görülüyor.   
Apartmanın bir katını da o zamanki eşyalarla döşeyip halka açmışlar. Bir saat diye girdiğim evden, üç saat sonunda Altar’ın bağırmaları ve Yıldırım’ın yeter artık sızlanmaları sonucu çıkmak zorunda kaldım.
Artık ‘tapas’ ve ‘paella’ yeme  zamanı gelmişti. Barselona’ya gelip de İspanya’nın yemeklerini tatmadan olmazdı. İndirim kuponumuzun olduğu bir yere girdik ve çok memnun kaldık. Fiyatlar fena değildi.
 Bu, paella - deniz ürünlü pilav, bizimkine göre sulu bir pilav, içinde her türlü deniz ürünü var. Sipariş verildiği anda pişiriliyor, o nedenle eğer onu sipariş verecekseniz 20-25 dakika beklemeyi göze almanız gerekiyor, fiyatları 8 ile 15 Euro arasındaydı.
‘Tapas’ dedikleri ise küçük küçük porsiyonlar ya da küçük ekmek dilimleri üzerinde farklı meze türü yemekler.

Bunlarda tapas örnekleri, açıkçası bana çok cazip gelmedi, daha doğrusu çok farklı değişik bir tat değil, ama paella yı beğendim
Burası ‘Placa Espanya’, arkamdaki alışveriş merkezinin adı ise ‘Arena’, çok büyük ve güzel bir alışveriş merkezi. Eskiden 14 bin kişilik boğa güreşi arenası olarak kullanılıyormuş, ama güreşler yasaklandıktan sonra bir süre kullanılmamış ve 2011 yılında alışveriş merkezi olarak hizmet vermeye başlamış. Önündeki asansörle çatısına çıkıp, Barselona’ya tepeden bakabilirsiniz. Çıkış 1 Euro, ama alışveriş merkezinin içinden de çıkabiliyorsunuz. Dışındaki bu tarihi görünüm, içeri girince tamamen modern bir alışveriş merkezine dönüşüyor. İyi mi? kötü mü? karar veremedim.  Aşağıdaki linkte Arena’yla ilgili çok detaylı bilgiye ulaşabileceğiniz bir mimarlık sitesinden yararlanabilirsiniz.
Burası eski bir saray, şu anda müze olarak hizmet veriyor; Museu Nacional d'Art de Catalunya. Gezmeye fırsatımız olmadı ama dışarıdan seyretmek bile bana büyük  keyif verdi.
Bir sonraki durağımız küçük bir İspanyol köyü, ‘Poble Espanyol’, okuduğum bilgilerde; “sokaklarında dolaşmak çok güzel, alışveriş yapıp güzel hediyelik eşyalar alabilirsiniz, mutlaka gidin” diyordu, ama girişin ücretli olduğu hiçbir yerde yazmıyordu. Hem de 12 Euro.  Kapıdaki bayana “içeride neler var?” dedim, o da “sadece el işi dükkânları ve restoranlar var…” dedi, yani para harcamak için para ödeyecektik, bize çok anlamsız geldi ve girmedik. Çok şey kaçırdık mı bilemiyorum.
Burası ise, olimpiyatlarda kullanılan stadyum.
Akşam olmuştu, günü bitirdik, ama benim bitirmeye hiç niyetim yoktu. Buraya kadar gelip de her ne kadar asıl yeri ‘Sevilla’ da deseler, “ben bir Flamenko dans gösterisi seyretmeden gitmem” dedim. Burcu da bana katılınca, sevgili Yusuf çocuklarla kaldı, biz de akşam gösteriye gittik. Kesinlikle tavsiye ederim. ‘Las Torontos’, Barselona’da kurulmuş en eski Flamenko kulübüymüş. Ücret 10 Euro, çok makul, indirim kuponuyla 7 Euro’ya geliyor, ancak içki dahil değil. Gösteri 30 dakika sürüyor, gerçekten harika bir performanstı. Her gece üç seans oluyormuş; 20.30 - 21.30 ve 22.30. Detaylı bilgiyi web sitesinden de bulabilir, hatta biletinizi bile alabilirsiniz. Biz turist sezonu olmadığı ve de hafta içi olduğundan dolayı biletimizi gittiğimizde aldık, ama aklınızda olsun, öncelik bilet alanlarda veya yer ayırtanlarda, yer kalırsa kapıdakileri de alıyorlar.
 Kapanış gerçekten çok güzel olmuştu, gösteriden çıktığımızda üçümüzde mutlu mutlu gülümsüyorduk.
Otele dönerken bu içki dükkanını gördük fıçılarda çeşitli içkiler vardı ve litreyle satılıyordu. İspanyolların meşhur içkisi Sangria almadan olmaz dedik ve bir litre aldık. Sangria meyve ağırlıklı bir içki, ama servisi çok hoş, iyice soğutulmuş olması gerekiyor, içine çeşitli meyveleri dilimliyorsunuz ve sürahide servis ediliyor.
Biz bunu yapamadığımız için resmi internetten almak zorunda kaldım.
Çok yoğun bir iki gün geçirdik ama değdi doğrusu. Barselona gerçekten görülmesi gereken birçok yönden hayran kaldığım bir şehir.
Son bir tavsiye: bunu Yıldırım her geziye çıkışımızda bana ve arkadaşlarımıza söyler, “geziye giderken planladığınız kıyafetin yarısını paranın iki katını alın”.
İlk bölümde de ilginizi çekecek paylaşımlar var gibime geliyor.
Hoşçakalın!