15 Nisan 2014 Salı

AmeriGO Vespucci gitmişse 

ben de giderim-3
Yedinci gün;
Mayor otelde ilk günümüz. Kahvaltı salonunda bizi bekleyen sürpriz bir anda en kötü kahvaltı birinciliğini Times Square otelden alıp buraya vermeyi düşünmemize yol açtı. Kahvaltılıkların çeşitliliğindeki azlığına rağmen lezzetliydi, vermedim. 

 Kahvaltı salonu ise bir adet masa, üç sandalye ve bir tabureli eşyası ile en kötü kahvaltı salonu kategorisinde birincilik kupasını aldı.
  Gelenler öncülerin kahvaltısını bitirmesini gülümseyerek bekliyor, ayakta kahvaltı yapıyorlardı.
İki günlük ve buradayken online aldığımız New York pass kartlarını kullanmanın zamanı geldi. 

Gün Metropolitan müzesi ile başlıyor. 
Müzeden ilk gelişimizde aldığımız broşürlerden en çok Aile haritasından yararlandık. Hangi salonda neler bulunduğu figüratif olarak anlatılmış. Herhangi bir alana yoğunlaşmadığı, dünyanın her yerinden, her döneme ait her türlü uygarlık kalıntılarını, resim ve sanatın her türlüsünü topladığı için çok çok çok büyük bir müze. Önerim: Gitmeden önce ilgi alanlarınızı ve sergilendikleri salonları belirleyin. Sonra onlardan bir kez daha kırpma yapın. Aksi halde müzeden çıkmak çok zorlaşır. 
 Müzede en çok dikkatimi çeken parçalardan bu kasenin üzerinde Arapça "işe başlamadan plan yapmak pişmanlıklara engel olur" yazıyormuş. Yaptığım onca plana rağmen Ziya’nın her salona girmekte ısrarcı olması sonucu çıktığımızda nevrimiz dönmüştü. Yani kase çalışmadı..
Resimlerin sergilendiği salonlarda ressamların kopya çalışmaları yapmaları müzedeki en önemli etkinlikler. Koç ailesinin sponsor olduğu bir salonun tepesine kocaman KOÇ FAMİLY SALONU yazmışlar. Avrupalılar Mısır’ı soya soya bitirememiş. Londra’da British müzesinde, Berlin Yeni müzede Mısır uygarlığına ait çok sayıda ve gerçekten heybetli eserler gördüm. Onları aratmayan çokluk ve heybette olanlarını burada da görünce Mısırda ne uygarlık varmış taşıya taşıya hala bitirememişler demekten kendimi alamadım. 
Ortalık ne zaman durulur bilinmez ama Mısır’a gitmeden olmayacak galiba.
Metro hattını kullanarak Times meydanı, büyük halk  kütüphanesi  ve merkez tren garının çok yakınındaki Rockefeller center’a gittik. Rockefeller merkezi çok sayıda binadan oluşan bir kompleks. En alt katı dünyanın ilk AVM mantığıyla kurulan alışveriş mekanlarını ağırlıyor. Rehber eşliğinde yapılan tura katıldık. İyi ki öyle yapmışız. Rehbersiz olarak etrafı kolaçan ettiğimizde gördüklerimizi şöyle bir göz taramasından geçirmişiz meğer.
 Duvar kaplamasında kullanılan granitlerin simetrik desenleri,
 
dünyaca ünlü sanatçıların yaptığı Mural örnekler alıcı gözle bakarsanız çok şey anlatıyor ve konuları gerçekten özenle seçilmiş. 

Binanın bir çok yerinde kullanılan komünist figürlere rağmen bir zamanlar duvarı süsleyen, rehberin dosyasından fotoğrafını çektiğim üstteki mural çalışmada Lenin'in varlığı birilerini rahatsız edince  tamamen sökülüp yerine bir tarafta sanatçılar, diğer tarafta Lincoln ve işçilerin konu edildiği kompozisyon kullanılmış. 

Rockefeller ve evlilikleriyle ülkenin en büyük iki ailesini birleştirdikleri eşi Abby elde ettikleri sınırsız servete büyük bir sanat koleksiyonu eklemişler.
Dünyanın en dar yürüyen merdiveni, 

Fransız binası, Britiş binası ve diğerleri güç birliği yaptık dercesine kolkola girmişler. Ana binanın önüne Birleşmiş Milletler üye ülkelerinin bayrakları asılmış. Rockefeller Birleşmiş Milletleri merkezi New York’a taşıması için yer göstererek davet etmiş.
  Karşılık olarak bayrakları sergileme hakkını almış. Böylece üye ülkelerin bayraklarının Birleşmiş Milletler binasının önünde olmayışının nedenini öğrendik.Bir gün burayı ziyaret etmek isteyenlere önerim rehber eşliğinde tanıtıma katılmaları yönünde. 

Rehberin anlattıklarını dinledikten sonra tepeye manzara seyretmeye çıkabilirsiniz. 

Hava o kadar soğuk ve yağışlıydı ki sanırım en çok bu gün üşüdük ve tepede olmanın tadını çıkaramadık. 
Hemen otele dönüp ertesi güne sağlıklı kalkabilmek için akşam odamızdan çıkmadık.
Sekizinci ve son gün;
Önceki gelişimizde NY’un The Big Apple olarak adlandırıldığını öğrenmiş, nedenini çözememiştim. NC’de sorduğum üç kişi bilmediklerini söylediler. Bir diğer kişi Ohio’luyum New York’a büyük elma dendiğini hiç duymadım dedi. Bir kişi haritası elmaya benziyor ondan dedi. Bir başkası belediye başkanı bu ismi takmış iddiasında bulundu. Öğrenemedim.  Zayıf ama lezzetli kahvaltımızı yaptıktan sonra akşam almak üzere valizleri teslim ettiğimiz resepsiyondaki delikanlıya sordum. Elma her şeye iyi gelir, içinde bir çok vitamin vardır. NY’da öyle.. İçinde her çeşit insan barındırır, her çeşit faaliyeti insanlara iyi gelir ondan ama bana kalırsa büyük değil çürük elma dedi. Kulağa hoş geliyor doğrusu. Özgürlük anıtı ve Ellis adası bu günün ilk şanslıları. Özgürlük anıtına kalkan feribotun dibine, Battery Park’a kadar giden metro hattı varmış ama biniş istasyonuna kadar yürüyüp feribotu kaçırmayalım diye taksiyle gittik. Battery park içindeki Clinton kalesinden pass biletlerimizi aldık.
 Önceden rezervasyon yapın diyor ya kimileri. Hiççç gerek yok. Herkes farklı sıralardan olmakla beraber aynı feribota beraber biniyor, aynı müzeye beraber giriyor. Problem yok. Özgürlük anıtına gidince, ben fikir değiştirdim sadece aşağıda dolaşmaktan vaz geçtim tepeye kadar çıkıcam al 100 dolar üstü kalsın deseniz bile çıkış yok. Önceden almalısınız biletinizi. Aklınızda bulunsun.
 Anıtla ilgili tonla hediyelik ürün satan kocaman bir dükkan var ama biz ne aldık. Hiçbir şey. 

NY’a giden feribotların birine binip dönüş yolunda Ellis adasında indik. Bir çok insan ülkelerindeki savaş, politik gerekçeler, dini baskılar, işsizlik ve İrlanda’da yaşanan kıtlık nedeniyle açlıktan kaçıp, kimileri ise daha iyi bir yaşam için 1892’den itibaren büyük guruplar halinde Amerika rüyası yaşamaya gelmişler. Göç 1907’de rekor sayıya ulaşmış. 1955-1890 arası Clinton kalesi göçmen karşılama bürosu ve deposuyken, Battery parktaki ofis  görevi devralmış. 1892’de Ellis adasına taşınan göçmen kabul ofisi 1954’te tamamen  kapatılmış. Amerikalılar gerçekten tuhaflar. 

Ellis adası müzesinde öyle sunum yapmışlar ki olan bitenin sorumlusu sanki onlar değil başkaları.. Mülteci teknelerine gereğinden fazla sayıda insan dolduran tüccarlar, ulaşım bedelini Amerika'daki akrabalarının ödeyeceği vaadiyle gelip akrabalarını ve parayı bulamayanları esir olarak pazarlamışlar. 
Ayrıca esir ticareti yapanlar getirdikleri esirleri satıştan bir süre önce kendilerine gelsinler diye besler, hortumla üzerlerine tuttukları suyla yıkar, güzel görünsün diye vücutlarını yağlarlarmış. Bunları ben söylemiyorum. Müzede öğrendim. Ellis adasında kurulan hastane, günümüzde kullanılmıyor, 1900’lerin ilk yıllarında  yapılan ilk modern halk sağlığı hastanesiymiş. Adadaki binaların ve içerideki bölümlerin çoğu restorasyondaydı. Göremedik. Dönüş yolunda, adadan New York ve New Jersey’e sürekli sefer yapan feribotlarda, gidişte açık alana çıkıp fotoğraf çekmek için itiş kakış yapanların biz dahil hepsi enerjisi  tükenmiş bir şekilde yerlere yayılmışlardı.
Şehire dönüp limandan çıkınca iki dakika yürüme mesafesinde, fotoğraf çektirebilmek için insanların birbirini iteklediği Wall Street’in sinirli boğası Charging Bull, Broadway’e açılan Wall caddesi üzerinde Stock Exchange binası ve Amerika’nın ilk başkanının konuşmasını yapıp göreve başladığı binayı ve önündeki heykelini gördük. Hollandalılar 1615’te kurdukları şehre gurbet özleminden mi yoksa istila ruhunun derinliğinden midir bilinmez New Amsterdam demişler. Sonra kırmızı urbalılar gelip New York yapmışlar. Wall caddesi; 1653 yılında New Amsterdam’ın kuzey sınırı boyunca Amerika yerlilerinin saldırılarından işgalcileri korumak amacıyla yapılıp 1669’da yıkılan duvardan yerine yapılan caddeye yadigar kalan  isimmiş. 

Dünyada ne kadar çok utanç duvarı varmış ta benim haberim yokmuş.
New York’da gördüğüm bir çok kilise gibi Episkopal; Anglikan kilisesine bağlı Amerikan kilisesi, Trinity kilisesini ziyaret ettik. İçinde mühim birkaç kişinin ki kimler olduğuyla ilgilenmediğimi itiraf ettirmeyin bana, türbeleri(!) varmış. North Carolinadaki kiliseler Baptist, buradakiler Episcopal. Çok sıkı güvenlik altında, Dünya Ticaret Merkezinin yıkılan ikiz kulelerinin yerine yapılan 9/11 anma alanını gezdik. 

Giriş ücretsiz ancak ziyaretçilerin beş ile on dolar arası bağış yapması bekleniyor. Hatta on dolar bağış yapanlara bileklik armağan(!) ediyorlar. Gücü yetmeyen gönlünden ne koparsa onu verecekmiş. Görevli gözünü dikmiş bakıyor. Memleketlerinde her şey çok pahalı diye cezalandırdım ve boş geçmeye utandığımdan sadece bir dolar verdim.

 Alandaki spiral bina ve meydanın yeniden planlanması Daniel Libeskind;Berlin’deki muhteşem Yahudi Müzesi binasının ünlü ve ödüllü mimarı, tarafından planlanmış. Son gezdiklerimin hepsi  yürüme mesafesinde ve birbirlerine oldukça yakınlar.
Yorgun argın, bacaklarımızı sürükleyerek bir süre yürüyüp küçük, eski bir limana geldik. Gökdelenlerin engelinden kurtulunca güneş göründü. İskele üzerindeki dinlenme alanında güneşin azıcık ısıtmasıyla kendimize geldik. Yeterince enerji toplayıp yapıldığı tarih itibarıyla dünyanın en büyük asma köprüsü unvanını alan Brooklyn köprüsüne tırmandık. 
Neşeli kalabalığa katıldık. Brooklyn’e kadar yürüyüp taksiyle döndük ve  ününü duyduğumuz, Cortland caddesindeki Century21 mağazasına girdik. Oldukça ekonomik fiyatlarlı olan, her markayı ayağınıza getiren alışveriş dostu bir mağaza. New Yorkta o kadar çok hediyelik eşya satan dükkan var ki ekmeklerini hediyelik eşya satışından kazandığını düşünmeye başladım. Dükkanlarda 4-10 dolar arası fiyatlarla satılan hediyelik anahtarlık ve magnetler azalan ama bence yeterli çeşitleriyle Century21 de yarı yarıya, Brooklyn köprüsünde 1-2 dolara satılıyor. Önceden bilebilseydik keşke.. .
Jennifer Lopez Brooklyn köprüsü civarında oturuyor olabilir mi?
New York passla görülecek yerler hem birbirlerine uzak mesafede hem de devasa ölçüleriyle zaman aldığı için kendini  amorti edemedi. Almakla hata etmişiz. Akşam otelden valizlerimizi almadan önce Çin mahallesi ve Küçük İtalya’da dolaştık. Tıpkı Avrupa'daki Türkler gibi Çin mahallesine yerleşen Çinliler entegrasyon sorunu yaşıyorlar. Gencecik insanların çoğu dil bilmiyor. İngilizceyi zor anlıyor, zor konuşuyorlar. Küçük Çin’i kurmuş yaşayıp gidiyorlar. 
New York City, eyaletin insana her saat yaşam enerjisi veren canlılıkta ve en büyük şehri. Şehrin en ilgi çeken bölgesi Amerika yerlilerinin Manhatta dedikleri, filmlerden her köşesini ezberlediğimiz Manhattan.  Gökdelenlerin tepeleri hep sis içinde. Şehrin güneşini kestiklerini bu nedenle de soğuk etkisinin arttığını açık alanlara çıkınca anlıyorsunuz. Cetvelle çizilmiş caddeleri, birbirini ardışık takip eden numaralama sistemi ile kaybolmayı olanaksız kılıyor. Sadece şehir ilk kurulduğunda var olan az sayıda cadde paralel yapıyı bozuyor ve numarayla değil isimle anılıyorlar. Oldukça pahalı, porsiyonları büyük, çok sayıda aşırı kilolu insanı olan bir şehir ve hatta ülke. Alışverişte etikette olmayan bir bedelle karşılaşınca şaşırmayın. Her şeye kasada ilave vergi geliyor. Kredi kartında şifre kullanmıyorlar. Eliniz ya da özel kalemle sanal imza alıyorlar. Aklınızda bulunsun. İnsanlar kendi halinde ancak yardım rica ettiğinizde hemen ilgileniyor, sohbetten kaçınmıyorlar. Nereye girersem gireyim kulağımda; hav a yu duin! Şaşırıyorum tabi. Nasıl karşılık vermem gerek acaba:.. 
http://www.history.com/this-day-in-history/new-amsterdam-becomes-new-york
Israrla etiketlemeyeyim dedim ama dönüş yolunda karar verdim artık. Metro istasyonları son derece bakımsız, girişleri küçücük. Bir apartmanın ya bodrum katına ya da içine girdiğini sandıracak değişik girişleri var. Aramayın öyle dana gibi metro/subway giriş tabelası falan. İnsanlar kalabalık ve ayakta seyahat ediyor dahi olsalar metroda bir şeyler okuyorlar.
Bazen metroda bile trafik beklemeleri yapıyorlar. Zaman hesaplarınıza güvenip şu kadar zamanda oradayım demeyin. Uçuştan en az üç buçuk saat önce yola çıkın. Yaklaşık iki saat süren metro seyahatiyle Jamaica istasyonuna ulaştık. Burada bindiğimiz havaalanı treniyle JFK’in 1 nolu terminalindeki bankoya doğru koşarken bir yandan inşallah uçağa alırlar diye dua ediyorum. Ulaştığımızda maalesef ki THY bankosu kapatmıştı. Henüz kapatmışlarmış. Görevli çağırıldı. Yüreğime inmeden biniş kartımızı hazırlayıp valizi uçak içinden bagaja yolladılar. 
Dönüş yolunda aşağıları seyrederken New London üzerinden geçtiğimizi fark ettim. Babam, 1950 yılında New London limanında demirli Kurtaran gemisini alıp Türkiye’ye getirmek üzere Amerika’ya giden 60 askerden biri. Geminin telsizcisi. Bu vesileyle onu andım. 
Baba bu yazıyı oku!

BİTTİİİ!!!
Ama durun Bruce Srringsteen'den New York City Serenade'yi dinleyelim.

14 Nisan 2014 Pazartesi

AmeriGO Vespucci gitmişse 

ben de giderim-2


Üçüncü gün;
Sabah dünkünün aynı berbat bir kahvaltı sonrası Atlanta aktarmalı olarak Asheville’e erişmek için havaalanına gitmeden önce iki saat kadar zamanımız vardı. Bu süre içinde Birleşmiş milletler binasını yakından görmek üzere çıktık. Binanın bahçesinde üye ülkelerin bayraklarını görmeyi ummuştuk ama yoklar. Bir anlam veremedik. Bina, turist ziyaretine açık ancak biletler kesinkes önceden ve elektronik ortamdan satın alınmalı. Aksi halde kimseyi içeriye kabul etmiyorlar. Otelden valizimizi alıp servisle ki kendisine bir avuç dolusu para ödenmiştir, zorlu trafikten sıyrılıp Lincoln tüneliyle(yüzyılın atılımı(!) Marmaray gözümüzün önünde canlandı.) deniz altı, aslında Hudson nehri koridorunu aşarak New Jersey, uluslararası Newark havaalanına gittik. 
NJ‘de pırıl pırıl bir güneş ve yumuşacık bir hava var. Havaalanına girişte valiz taraması, üst baş çıkarma gibi güvenlik önlemleri yok. Sadece uçağa geçişte çok ciddi bir polis kontrolüyle her yaştan çocuklar dahil, herkesin ayakkabısını çıkarttırdılar. Ayakların kirlenmesi, yere basmanın verdiği rahatsızlık kimsenin umurunda değil. Galoş vermiyorlar. Burada gelen ve giden yolcuların aynı salonu kullanması dikkatimizi çekti. Gidecek olanlar rahat koltuklarında beklerken körükten çıkanlar onların arasından geçip gidiyor. Dolayısıyla pist, bekleyen her kesin görüş alanında.
Tuvaletteki enjektör atık kutusu dikkatimi çekti. Vardır bir hikmeti dedim. Ne diyeyim! Uçağın en arkadan ikinci sıra, penceresi motorla yarı kapanmış koltuğunda seyahat ediyoruz. Süper ötesi(!) bir yer. Su, meyve suyu ve de fıstık servisi başladı. Hostes talep eden yolcu için buz poşetini çıkardığında birbirine yapışmış buzları ayırmakta hiç zorlanmadı. İki eliyle tutup torbayı çat diye yere vurdu.
Sonuç: Mükemmel ayrılma, Hijyen: O da ne? Delta havayollarının hostesleri alışılmışın dışında sanki evden gelmiş işini yapıp tekrar eve dönecekmiş gibiler. Yaptıkları işin yaşla başla ilgisi yok ama alışmışız genç ve bakımlı olmalarına değişik geldi.
İki buçuk saat kadar süren seyahatimiz sonunda Atlanta’dayız. Bir diğer, hatta artık, adı:Hartsfield- Jackson Atlanta İnternational Airport imiş. Dünyanın en büyük havaalanlarından biri. Gerçekten çok büyük. Birbirine paralel yedi adet terminali varmış. Gelen ve giden yolcular Newark’ta olduğu gibi  aynı salonda. Hatta körükten çıktığınızda: Şehrin çok yoğun, popüler bir sokağındayız, alışverişe çıkmış ve acıkmış insanlar restoranları doldurmuş yemek yiyorlar. 
Yaşattığı duygu tam olarak bu.. 
Yolcuların vakit geçirmesi için bir şeyler yapmışlar ama en çok da restoran kondurmuşlar. Boşuna obez değiller. Atlantada Asheville’e aktarma yapmak için bir saatten fazla bir süre beklememiz gerekiyor. İndiğimiz ve aktarma yapacağımız terminalin arası epeyce uzak. Hal böyle olunca aktarma yapacaklar için terminaller arası geçiş yaparken hızlı olmak gerek. Uzun yürüyüş ve yürüyen merdivenlerden sonra terminaller arası hizmet veren, ücretsiz havaalanı trenine bindik. Nereden binilecek diye endişeye gerek yok. İhtiyaç olduğunu siz değil o biliyor. Gereken yerde yolunuzu kesip buyur ediyor. Atlanta Georgia eyaletinin başkenti ve şeftali kentiymiş. Güneye indiğimiz artan sıcakla hemen kendini belli etti. Buralara yaz gelmiş. Bizim valizde bereler, kazaklar onlar askılı elbiseler, şortlar ve terliklerle geziyorlar. Neyseki yazlıkta getirmiştik. Uçuş saatimiz geldi. Yine Delta amaaa  bu kez en kral yer. En arka! Başka ne isterim ben en arkaya konuşlanmışım, pencerem yok. Şamda kayısı(!) Kimseyeeee eeetmeeeem şikayeeeett ağlarım ben haliimeeeeee!!!
Gece saatlerinde Asheville’e ulaştık. Gidiş sebebimiz Ziya’nın bir konferansa katılacak olması. Bizim gibi dışardan gidenler toplu taşımacılığın zayıf olduğu yerde arabaları tüketirler düşüncesiyle önceden araç rezervasyonu yapmıştık. Belgelerimizi alıp söyledikleri yerden aracı almaya gittiğimizde plakasız araçları görünce yanlışlıkla oto satıcısının yerine girdik diye kuşkuya düştük. İçeri girip sorduk. Dediler ki: Bizde adet böyledir. Sadece arkada plaka olur. …ama arkada karton plaka var. Olsun fark etmez. Peki. Bizde alır gideriz. Crown Plaza Resort Otele, tertemiz, mis gibi ve ferah odamıza yerleştik.
 Dördüncü gün:
Erkenden şahane bir kahvaltı yapıp Kuzey Karolayna’nın başkenti Raleigh’e gidiyoruz. Üniversiteye uğramamız gerek. Ziya işini yaparken ben Özge’yle üniversite kampüsünü dolaştım.
 Dünyaya çok erken gelmişim. Teknik adam olmadığım halde akademik çalışma yapan öğrencilerin laboratuvarlarında aklım kaldı. Biraz kıskancım galiba. Üniversitenin bir kütüphanesi var özençten yere düşebilirdim. 
 Raflar dolusu kitap, doküman, ne arasan hepsi öğrenmeye amade! Çalışma alanları son derece geniş, ferah. İster koltuğa yayıl, ister sandalyeye tüne, ister robota rica et ihtiyacın olanı bulsun, nasıl öğrenmek istiyorsan öyle... İstediğiniz herhangi bir kaynak kütüphanede yoksa dünyanın neresinde olursa olsun sizin için temin ediyorlarmış. 
 Wright kardeşler yaptıkları motorlu uçağın ilk uçuşunu bu eyalette gerçekleştirdiği için plakaların, istisnalar olsa da, hepsinde First in Flight yazıyor. 
 
 Bu vesileyle öğrendim ki aslında ilk uçuşu Wright kardeşler yapmamış. Yol boyunca taşımacılık yapan kamyonları görseniz hayran kalırsınız. 
Şimdi biri çıkıp ta Amerika hayranı kadın kamyonu bile beğenmiş yazıyor demesin. Kızarım valla..Gidin görün ondan sonra isterseniz yine hobi olarak söyleyin. Üstelik ölmeden önce yapılacaklar listemde kamyon kullanmak olan biriyim. 
Sarı okul otobüsleri sadece filmlerde yokmuş.
Raleigh içinde dolaşıp biraz tanımaya çalıştık. Meşe ağacıyla özdeşleştirdikleri  şehirde görülecek pek bir şey olmadığını gitmeden önce yaptığım araştırmada farketmiştim. Asheville’e döndük. New York’ta bir çok binanın dev gibi ve sokak konseptiyle düzenlenmiş iç tasarımları burada normal ölçülerde. Abartı yok.
 Beşinci gün:
Kahvaltının ardından dağlara vurduk kendimizi.
 Müthiş bir doğa içinde Cherokee yerlilerinin yaşadığı köye gittik. 
Benim için hayal kırıklığıydı. Niyeyse gerçek bir yerli köyü bulmayı ummuştum. Teksas, Tommiks çizgi romanlarındaki gibi. Bizimkiler dans ediyor, kırmızı urbalılar etrafta falan.. Sadece yaz aylarında yaptıkları, Cherokee’lerin yaşamını canlandıran etkinliklere ilgi çok oluyormuş.

 Köyün müzesi ve hem geleneksel el sanatlarının tanıtıldığı hem de ürünlerin satıldığı dükkanlardaki satıcıların çoğu bizim ifademizle kızılderili. 
Tarih kanalında yayınlanan Antik Uzaylılar belgeselinde izlediğim Amerika yerlilerinin yaradılış efsanesiyle tanıtıma başlanan müzeden etkilendiğimi söylemeliyim. Cherokee toplumu atalarının denizden çıktığını, bir mağarada saklanan ateşi almak için yola çıkan kartalın yanıp kararmasından sonra bir örümceğin  mağaraya girip ateşi ağıyla örüp kapatarak sırtında yeryüzüne çıkardığına inanıyor. Cherokeelerin tarihi, 
Amerikalıların gelip onları topraklarından sürmesi hikayesi ajitasyon yapılmadan güzelce anlatılmış. 
 Yerlilerle yaşayıp, yerli bölgesini haritalandıran Timberlake adlı kişi, yerli alfabesini kurgulayan Sequoyah ve bizlerin Pocahontas dediğimiz Nancy Ward müzenin aslarından.
 Ziyanın haşır neşir olduğu Cherokee mensubu beyle kartvizit alışverişinin ardından müzeyi tam terketmek üzereydik ki bankoda duran amca seslendi.
Müze broşüründe kullanılan fotoğraftaki kişinin kendisi olduğunu, isimlerimizi söylersek elimizdeki broşürü imzalayacağını söyledi. Kırmadık kendisini üstelik onu tanımaktan mutlu olduk. Kendimize bir Cherokee kilimi alıp büyük dumanlı dağlara; Great Smoky Mountain, tırmandık. 
 Dağların Clingmans tepesi yerlilerin kutsal saydıklarındanmış. 
1800 lerde, Cherokee’lere yapılan etnik temizlik ve topraklarından sürülmeleri sürecinde gözyaşı yolu dedikleri dağ, onlar için göç, ruh, mistisizm, askerlerden korunma ve yuvayı simgeliyormuş.
 Dağın; günümüzde bir çok yerli ya da değil bir çok kişi için yuvayı simgelediği söyleniyor. Peki uçsuz bucaksız gibi görünen puslu tepeleri ve geniş atmosferiyle sizler için neyi simgeliyor olabilir? Vaktinde yol açma, maden arama ve ev yapımında kullanmak için antik ağaçların çoğunu kesmişler. Zaman içerisinde yüzde sekseni katledilen asırlık ağaçların yerine yenilerini yetiştirmişler.
 Unesco Dünya Doğal Mirasındaki muhteşem dağ ortalık yeşillenince katmerlenen manzarasıyla eminim ki  insanı kalbinden vurur. Bu kadar oyalanmak yetti. Dağdan ayrılıp saat beş gibi otele döndük.
Akşam üzeri aracımızı firmaya teslim edip, dağ havası yorsa da pek aldırmayıp şehri dolaşmaya çıktık. Asheville yaklaşık 250 bin civarındaki nüfusuyla küçük, sevimli  ve güvenli bir şehir izlenimi veriyor. Taksi şoförüne sevimli, küçük şehriniz.. diye başlayan bir cümle kurunca aynadaki gözleri küçük müüüü diyerek dışarı fırladı. Güneylilerin konuşmaları biraz değişik. Pes perdeden ve yayarak konuşuyorlar.  Çoğunu anlamakta zorlandım.
 Altıncı gün;
Kahvaltımı yapmış şehre gitmek için beklerken Özge geldi. Ramiz konferansa Özge ve ben şehre. Epeyce dolaştık. 
Şehrin kaldırım ve yaya geçitlerinin bu melek figürüyle donatılmış olmasını şirin buldum. Adı Çikolatayla anılan bir dükkanı arıyorum, Özge önceki akşam gittikleri çok hoşuna giden kafeyi.
Meğer ikimiz de aynı yeri arıyormuşuz. Tatlıları güzeldi. Yedik içtik. Kişi başı bir dolar ödeyerek otobüsle Asheville Mall’a gittik. 
Kocaman bir yer olması bizi aldattı tabi. Hiçbir şey yok desem inanın. 80’lerden kalma gibi kıyafetler çekmedi bizi tabi öyle boş boş dolaştık. Çoluk çocuk otomobille seyahat ediyor olunca toplu taşımacılık zayıf kalmış. Dönüş için beklediğimiz otobüs otobüs bir türlü gelmeyince Özge’nin aramasıyla Ramiz servis yaptı da otele döndük. Burada son günümüzdü. Vedalaşıp ayrıldık. Bi ton para verip havaalanına gittik. Keşke aracımızı teslim etmeseymişiz.
 
Minik Asheville havaalanında piste bakan geniş pencereli alana güneşlenerek beklemek isteyen yolcular için sallanan sandalyeler koymuşlar. Gelirken kat ettiğimiz yolları geri gittik. Atlantaya uçup aktarmayla New Jersey, Newark havaalanına
 ve terminal önünden saat 01:00 de  kalkan otobüsle Times meydanına ..  Yol iz bilmeyen, sinirlerimi ayağa kaldıran bir taksici bizi Çin mahallesindeki otelimize götürdü. Mayor otel’in yatağı yorganı temiz gibi görünse de önerim oradan kaçmak yönünde. 
Önceden ödememizi yaptığımız ve NY otelleri çok pahalı olduğu için biz kaçamadık.