13 Şubat 2014 Perşembe

DEHLİZLERDEKİ BİZANS SARAYI
8 Şubat 2014 Cumartesi günü yine erkenden, bu kez Ziya ile birlikte Çorlu'dan yola çıktık. Hava çok kapalı. Bir gün önce meteorolojinin hava tahmin raporuna baktığımızda İstanbul'da Çorlu gibi çok bulutlu ve kapalı görünüyordu. Neyse ki yağmur yoktu ama ne olurdu güneşli olsaydı. 
Bu kez gezimiz Bizansın bodrumları. Kafalar karışmasın. İstanbulun orta yeri sinema altı dehliz.
Sabah saat 09:00 da Konstantin sütununun önünde buluştuk. 
 
Burası bir tarafında Atik Ali Paşa camisi, diğer tarafında Nuruosmaniye camisi ve üçüncü kenarında Divan yolunun bulunduğu bir meydan.
İlk olarak rehberimiz Ahmet Faik Özbilge genel bilgi paylaşımı 
ve yaptığı dansın ardından ardından hazırladığı gezi planımızı içeren yazılı dokümanlarımızı dağıttı.
 Konstantin sütunu 4. yüzyılın ilk yarısında Roma'daki Apollon tapınağından getirilmiş.
 Sütunun üzerindeki heykel Bizansa gelince Konstantin'in(kaç yaşındaki adama ismiyle hitap ediyoruz ayıp oluyor ama böylesi kolay. Her defasında Konstantin amca demek uzun oluyor.) güneşi betimleyen ve evrenin merkezi olduğuna işaret eden kendi heykeliyle yer değiştirmiş. Sonraları yıkılan heykel zaman zaman kah haçla kah farklı heykellerle yer değiştirmiş. 17. yüzyılda Sultan II. Mustafa sütunu demir halkalarla güçlendirmiş ve böylece yüzyılların obeliski Çemberlitaş adıyla anılmaya başlanmış. Obeliskin kaidesinin altında, İsa peygambere ait, Kudüsten gelen kutsal emanetlerin saklandığı söylencesi ortalıkta dolaşıyor. Defineciler huuu, bu bir söylence heyecanlanmayın.! Yok öyle bir şey. 
Divan Yolu caddesinden Sultanahmet meydanına doğru yürüyoruz.

Cadde üzerindeki Türkocağına girip baba II. Mahmut, oğlu Abdülaziz ve türbeyi yaptıran Sultan Abdülmecit'in oğlu, torun II. Abdülhamit'in türbelerini ziyaret ettik. 

Fatih Sultan Mehmet'in türbesindeki bozuk saatin benzerini burada da görünce belgeleyeyim istedim.
Baş uçlarına koyulan feslerle üç padişahın sandukaları ve yanlarında çocuk ve gençlere ait olduğu düşünülen küçük sandukalar türbeyi tamamen doldurmuş.
 
Hep müzeciliği bilmediğimizi söylerim ve sonuna kadar haklıyım. İnanmayan bu fotoğrafa dikkatli baksın.
 Çok ünlü kişiler yatıyor burada. Simavna Kadısı oğlu Şeyh Bedrettin de burada yatanlardan biri. Gelip geçenin dinlenmek ya da arkadaşlarıyla yarenlik etmek için mezarlar arasından geçerek burada çay kahve içmesi, bir şeyler atıştırması yaşamla ölümün ne kadar etle tırnak gibi olduğuna işaret ediyor. Aynı duyguyu Eyüp tepelerindeki mezarlar arasında Piyer Lotide de yaşıyorsunuz. 

Türkocağının kapısındaki süsleme korkutucu kılıçlara rağmen güzel. Yani bence öyle..
Yolun karşısına, Piyer Loti caddesine geçip kısa bir süre yürüdükten sonra onarımdaymış gibi görünen aslında kaderine terkedilmiş, 5. yüzyıldan günümüze Şerefiye adıyla gelen Theodosius sarnıcındayız. 

Demir kapısı kilitli olan sarnıç, havuzla süslenmiş küçük ama şirin bir meydanda.
Buradan ayrılıp bir süre yürüdükten sonra bir halıcının özel mülkiyetinde olup o gün kapalı olan bir başka sarnıç ziyaretimizi gerçekleştiremeden eski adliye sarayının önünden geçip beşer lira ödeyerek 4. yüzyıl yapımı Binbirdirek sarnıcına girdik.

 Meğer bizim Veysel'de orayı ziyaret etmiş. Yapan ustalar sütunlara imza attı diye o da tanıdıklar için sütunun birine adını not etmiş. Sağol Veyselcim. Sen çok yaşa emi!
Biz sadece fotoğraf çektirdik.
 Sorumlusu kimdir bilmiyorum. Demirbaş numaraları da itinayla antik sütunların üzerine yazılmış.

Laf aramızda rehberimiz burada çay-kahve ısmarladığı için müze girişimiz beş liradan daha ucuza gelmiş oldu. 
Sosyal etkinliklere açık olan sarnıcın adı Binbirdirek ama yalnızca 224 sütunu var. Üstelik şehre su taşıyan kaynaklardan beslenememeye başlayınca Osmanlı döneminde ipekçilik atölyeleri olarak kullanılmış.
 
Şu anda içinde su dolu genişçe bir kuyu bulunan sarnıcın tavanı diğer sarnıçlardaki gibi kare başlangıçlı son derece estetik bir örüntü.
 Şimdi Sultanahmet meydanındayız.
Hemen sağda çilekeş Aya Euphemia'nın kemiklerinin bir süre saklandığı (Şimdi Aya Yorgi kilisesinde) rotunda dedikleri dairesel mezar var. Aynı yerde Eski İstanbul adliyesine bitişik duran kulübe azizeye yapılan işkencelerin anlatıldığı tarihi ve Hristiyanlık dinince değerli fresklerin saklandığı yer olarak belirtiliyor.
  Bu bir söylence olmalı. Değerli dini freskler neden bu uyduruk kulübede saklansın ki..

Çöpsüz olmaz.

Burası aslında hipodromun başladığı, kapısı Carceres'in bulunduğu nokta. İmparator burada elindeki mendili yere atınca(!) quadricalar(dört atın çektiği araba-mahşerin dört atlısı) yerinden fırlayıp yarışa başlıyorlar(mış). Evsiz gençler burayı mesken tutmuş. Hatta gece ısınmak için meydanın orta yerinde yaktıkları ateşin hipodromun duvarları üzerinde bıraktığı is içinde oturmuş sohbet ediyorlardı.
 Neyse konumuz bu değil. Ben bazen konuyu dağıtıyorum. Böyle olduğunda siz hemen başka satıra zıplayın.
Hipodromun kapısında vaktinde var olup günümüze kalan tek quadrica 4. Haçlı seferlerinde yağmalanan şehrin diğer bir çok eşyası gibi Venedik Aziz Marko kilisesine götürülmüş. Berlin Brandenburg kapısının ve Dresden opera binasının üzerindeki(bunlar gördüklerim) quadricalar yapılırken Konstantinopolis'den götürülen örnek alınmış.
Hırsızlar hırsızlaaarrrr(Burada büyücüler çizgi filminin notaları kullanılacak)
Mesedeyiz. Mahsustan mesedeyiz yazdım bu nedir deyin diye. Ben de bilmiyordum. Divan yolu caddesinin Bizans dönemindeki adıymış. Milyon taşında başlayıp Beyazıt'a kadar uzanıp sonra ikiye ayrılıyormuş. Mese'nin başlangıcı kabul edilen taş dünyadaki tüm şehirlerin Doğu Romanın başkentine olan uzaklığının belirlenmesi için kullanılan işaret taşı, sıfır noktası. Hatta gurubumuzdaki rehberlerden biri taşın Bizanslılarca evrenin merkezi olarak kabul gördüğünü de söyledi. 
 
Augustus'un Roma'da yaptırdığı Milliarium Aureum taşından daha heybetliymiş. Heybet falan göremedim ama mademki bilirkişiler söylüyor öyledir dememiz gerek.
Ayasofyayı solumuza Sultanahmet camisini sağımıza alıp arkeolojik çalışmalar devam eder gibi yapılan etrafı çevrili büyük sarayın kapısında biraz oyalanıp erguvan renkli giysileri içinde Bizanslıları canlandırdıktan sonra Ayasofya müzesinde yatan beş Osmanlı Sultanı ve çocuklarının türbelerini ziyaret ettik. 

Oldukça sade olan türbelerde çok sayıda çocuk mezarı vardı. Bir gecede 40 çocuk ve erişkinin katledildiği bir anlayışın dönemine ait mezarlar.

Çıkışta açlık bastırmak için sokak simitçilerine uğrayıp 3. Ahmet çeşmesinin önünden geçerek Topkapı Sarayının avlusuna girdik. 

Aya irini kilisesinin arkasına yöneldiğimizde rehberimiz metal bir kuyu kapağı açtı. Amanııın ne görsek beğenirsiniz. Bir kuyu. Hemde helenistik sütun başlarından birinin ağız kısmına akesuvar yapıldığı epeyce derin ve su dolu bir kuyu.

Kilisenin arkasında bir söyleyişe göre hastane bir söyleyişe göre patrikhane olan yapının kalıntıları arasında cirit atan kedilere hiç ihtiyaçları olmadığı halde simit verdik. 
Sürekli yemede içmede oldukları için hepsi çok tombullar. 
Sarayın avlusundan çıkıp deniz yönüne doğru yürüme mesafesindeki foor sizıns otel üstüne oturduğu alan yetmiyormuş gibi duvarın üzerine buraya park etmeyin babında tabela koymuş.
 
Geldiğimiz bu sokakta İstanbul'un tarihi ile ilgilenenlerin bildiği çoookk ünlü birinin adıyla anılan bir bina var. Benim adını daha önce duymadığım Ernest Mamboury Galatasaray lisesi öğretmeni bir İsviçreli. 1909’dan itibaren ömrünün son noktasına kadar yaşamını sürdürdüğü İstanbul’un dibini köşesini araştırıp gönüllü arkeolog olarak Bizans mirasını ortaya çıkarmış. Sadece çıkarmakla kalmamış onları fotoğraflamış ve planları ile tarihsel geçmişlerini kayıt altına almış. İstanbul’un ahşap evlerle donanmış mahallelerinin sık sık çıkan yangınlarla yok olması, yangın alanlarının çeşitli sebeplerle onarılamaması Mamboury’ye yıkıntılar üzerinde çalışma olanağı sağlamış. Bu nedenle kimi binalar Mamboury binaları olarak anılır olmuş.
Muhtemelen gezip gördüğümüz birçok yer fotoğraftaki büyük bina gibi onun çalışmaları sonucu ayağa kaldırılıp tarih sahnesine yeniden çıkmış. İstanbul’un Türkçe ve Fransızca hazırlanıp basılan ilk turist rehberi onun elinden çıkmış. 
Bitişiğindeki restorandan açılan bu kapıdan girilen binanın
 yer altındaki kısmından çatısına kadar çıkıp İstanbul manzarasında biraz dinlendik.


 İçi de dışı gibi oldukça sevimli Defne restoranda oturup çay-kahve-şarap içtik. 
Yolda giderken bir çok iç açıcı neşeli vitrin fotoğrafladık. Alın size bir kaç tane




















Biraz neşelendikten sonra devam edelim.
Basında zaman zaman okuruz. Yok efendim Ayasofyanın altı tünellerle doluymuş, bir çok tünel keşfedilmiş ama kimilerine güvenlik nedeniyle girilemiyormuş, yok efendim Marmaray kazılarında kalyonlar, çeşitli arkeolojik buluntular ele geçirilmiş. ...miş miş. İstanbulun altı su dolu tünellerle donanmış ve daha bir çok haber. Eee öyle miymiş derken kendi gözüyle görünce VAY ANASINI! diyor insan. Dedim. Gerçekten oldukça derin ve geniş dehlizler, sarnıçlar ve kuyular gördük. Kimileri kuru, kimilerinin içinde kullanılabilir nitelikte olmasa da hala epeyce su var.
Fotoğraf minik bir geçidin diğer tarafındaki akrilik yüzeyin yanından merdivenle girdiğimiz yeraltı dehlizini gösteriyor. 
Dehlizde bir süre dolaştıktan sonra 
 farklı bir çıkışı kullanarak gün ışığına kavuşuyoruz.
Konut ya da iş yeri olarak kullanılan bazı binalar bu sarnıçların üzerine yapılmış. Sorumluluk sahibi olanlar sarnıçları kaderine terk etmemiş korumuşlar. Bazı iş yerleri ziyaretçi kabul ediyor. Belki de rehberimizin mahareti nedeniyledir. Bu kısmını bilmiyorum. Her türlü sorumuz gibi bir binanın alt katında büyükçe bir sarnıç, ayazma ve antik bir duvar varsa yan binada neden olmasın sorumuzu telepatik yollarla duyabilen rehberimiz insanların anıtlar kuruluyla uğraşmamak için bu hazineleri gizlediklerini ve bazılarının betonla kapatıldığını söyledi.
Sanırım Sultanahmet meydanından başlayarak sahile kadar tüm tarihi yarımadanın altı tünel ve sarnıçlarla dolu. Bir kaç yıl önce basında, şimdilerde Has Üniversitesine tahsis(!) edilen eski Cibali Tütün Fabrikasının altı da tünellerle doluymuş diye okumuştuk. 
Biraz dinlenip, Tamara restoranda tencere yemekleri yeyip
karnımızı doyurduktan sonra başka dehlizlere de girdik. Bir seyahat firmasının altında ayazma, çoğu gitmiş azı kalmış fresk ve kalın ve şeffaf akrilik kullanılarak korumaya alınmış mozaikler, 
yine bir otelin altında kalmış ve koruma altına alınmış duvar kalıntısı,  
bir başka halıcının, Nakkaş'ın altında iyi korunmuş, sergi salonu olarak kullanılan muhteşem bir sarnıç.

Rehberimiz Ahmet Faik Özbilge olmadan buralara girebilir miydik? Girebilmeyi bırakalım bilip bulamazdık. Süper geziye devam. Sırada 450-550 yıllarına tarihlenen Büyük Saray Mozaikleri Müzesi var. Yanıltmış olmayayım büyüklük müzeye değil saraya ait bir sıfat. Giriş sekiz lira. Müze kartımız vardı bedavaya geldi. Ohhh!
Yolumuzun üzerindeki Kapı ağası Mahmut Ağa Camisini 1553'te Mimar Sinan yapmış. 
 Cami önünde oturan amca eskiden duvarların tuğla olduğunu ama içini de dışı gibi sıvayla kapattıklarını, iç sıvaların berbat durumda olduğunu söyledi. 

Ben de elçi olarak yazıyorum. Ola ki müftülük ya da anıtlar kurulu el atmak ister.

Bunun bile içine girdik. Zor oldu ama başardık.

Sultaniyegah sokakta tarih dinlemeye başlayan bu köpek uzun süre peşimizden gelip uslu uslu ders dinledi. Aynı sokakta küçücük bir beton parçası üzerinde oynayan çocuklar ne kadar mutlu görünüyorlar. Çocukluk işte. 
Demiryolunun üzerindeki köprüden geçip diğer tarafa, Kapı Ağası Hisarı adındaki bir sokağa girdik. 
 Çok tatlı, sarı boyalı tertemiz bir gecekondu, 
 ayakta durmaya çalışan sıralı evler,
  süslü pencereleri ve kapıları ile
 bize hoş gelen ama aslında yaşaması çok zor bir sokak.
Şimdi istikamet Küçük Ayasofya Camisi
 6. yüzyılın ilk yarısında Aziz Sergios ve Aziz Bacchus adına yapılan kilise 16. yüzyılda II. Bayezit döneminde pencerelerinin kimi kapatılarak kimi değiştirilerek, iç mekandaki süslemeler ve dini motifler silinerek camiye dönüştürülmüş. 
Caminin bir köşesinde açık olarak bir başka köşesinde halının altında şeffaf akrilikle kapatılarak koruma altına alınan ayazmaları gördük. Suyun yoğuşması nedeniyle çok net olmasa da gördük.
 Cami olmasından sonra avlunun etrafına yapılan zaviye hücreleri günümüzde Ahmet Yesevi vakfınca el sanatları merkezi haline getirilmiş.
Küçük Ayasofya camisinden dönüşte hipodromun Sphendona adlı kısmının arka cephesinden geçiyoruz. Burası hipodromda yapılan yarışlarda atlıların örme dikilitaşın etrafında dönüş yaparak yarışmaya devam ettiği çember yayına benzer tribün. Bu nedenle muhtemelen hipodromun halk arasında popüler olan kısmıdır. Düşünsenize tam dönemeçte araba hafif yan yatıyor ya da devriliyor. Tam adrenalin salgılanacak anlar. Ben imparator olsaydım burada otururdum.

Yapıldığında 25 kemeri varken depremlerde zarar görünce güçlendirme amacıyla kemerleri tuğlayla örülüp kapatılmış. 
 Çeşitli dönemlerde üstüne sırasıyla kılıçhane, tekstil atölyesi, hastane ve en son olarak Sultanahmet Meslek lisesi olarak kullanılan bina, arka duvarına ahşap bir ev kondurulmuş.   
Sultanahmet meydanında gezinin son rotuşlarıyla günü bitirmek üzereyiz.

 Hipodromun uç kısmında Konstantin Porphirogennetos sütunu- Örme Dikilitaş, üzerindeki yılan başları yok edilmiş 4. yüzyıldan kalma Yılanlı sütun ve 390'da Theodosius adına İskenderiyeden getirilerek dikilen Theodosius-Dikilitaş önünde son öğrenmeleri yapıyoruz.
Dikilitaşın kaidesinde yarışları izleyen imparator elinde kazanana takacağı şampiyonluk tacı ve avanesi ile betimlenmiş.
Sanırım Sultanahmet meydanından daha geniş bir alanımız yok. Çok şükür ki oraya el atamıyorlar. 
 Arastanın içinden geçerek aracımızı park ettiğimiz yere ulaştık. 
 Bu gezide çok uzun oldu. Suç bende değil. Hep rehberimde. Ona kızın.
Gelecek yazı küçük bir müze: Marmara Üniversitesi Cumhuriyet Müzesi ve Sanat Galerisi