29 Ocak 2014 Çarşamba

BULGARİSTAN 
Bölüm:2
SOFYA
Yorucu bir seyahat sonrası önceden planlanmadığı için otel rezervasyonu yaptırmadan gittiğimiz Sofya otel bulma açısından geç saatte ulaşmış olmamızın da etkisiyle bize zorluk çıkardı. Bulduğumuz Arte otel şık görünümlü ama pek de temiz olmayan odaları, güler yüz tanımını bilmeyen çalışanları ile zorunlu konak oldu. Kahvaltısı yok, kapının önüne park edin dediği aracımız için önceden bildirimde bulunmaksızın 10 Euro park ücreti talebi...
Sabah pılımızı pırtımızı toplayıp oteli terk ettik ve kahvaltı yapmak için Costa Kafeyi tercih ettik. 

 Panini ve bir fincan çay iyi geldi. Fincan dediysem bizim bildiğimiz fincanlardan değil. Tencere gibi bir şey. 
Büyüyen ama yaşlanmayan sloganı 1900 yılında belediye meclisince benimsenmiş. 
Sofya küçük bir şehir. Gezilecek fazla yer yok. Pazartesi olduğu için müzelere giremedik. Çoklukla kilise dolaştık. 
Azıcık Bulgar tarihinden bahsedip şehre öyle gelelim istiyorum. Siz istemezseniz bu kısmı atlayın.
Bulgaristan, Türklere yapılmak istenen asimilasyon, Türklerin kaçarak ve dönemin başbakanı Turgut Özal'ın yoğun çabaları sonucu kitleler halinde göçleriyle 80'li yıllarda gündemimize oturmuş bir sınır komşumuz.
14. ve 19. yüzyılları arası Osmanlı egemenliğinde kalan Bulgaristan Çar II. Aleksander önderliğinde bağımsızlığını ilan etmiş. Kısa ve huzursuz bir bağımsızlık döneminin ardından bu kez 1944'te başlayan Sovyet hakimiyetindeki komünizm döneminin kapalı yılları başlamış. 1989'da Berlin duvarının yıkılmasıyla simgelenen demirperdenin yok oluşuna kadar devam etmiş.
Kiril alfabesinin kullanıldığı Bulgarca Sloven diller gurubundan. Yunan mitolojisinin ozanı Orfeus'un ilk Sloven harfleri kendilerine armağan ettiğine ve mezarının Rodop dağlarında olduğuna inanıyorlar.
Avrupa birliğine kabul edilen ancak Euro bölgesinde olmayan Bulgaristan'ın para birimi leva 1,6 liraya karşılık geliyor.
Sofya Avrupa'nın en eski ikinci şehriymiş. Birincisi hangisi acaba?
1879'dan beri başkent olan Sofya'yı yaklaşık 1300000 nüfusu ve atmosferiyle başşehir havasında göremedim desem yeridir. Antik Trak kabilelerinden Serdilerin buraya yerleşmesiyle Serdika adını alan şehir 6. yüzyıl Aya Sofya kilisesinin duruma el koymasıyla 14. yüzyılda Sofya olmuş.
Şehirde sosyalizm dönemine ait kocaman kütleli soğuk binalardan çokça var. Caddeler gördüğüm diğer demirperde ülkelerinde olduğu gibi geniş ve ferah oluşlarına ilave olarak lüks araçlarla doluydu. Bu araçları kimler kullanıyorsa insanların giyim kuşamı lüks izleniminden uzaktılar.
Adım başı parklar çeşit çeşit heykellerle donatılmış. Ve meydanlar...

Yukarıdakilerin karı-koca olduklarını düşündüm. 
Aşağıdaki büstün kime ait olduğunu bilmiyorum. Bıyıkları dikkatimi çekmişti. 

 Türkiye'ye geldiklerinde caddelerin darlığı, şehirlerimizdeki sıkışık yapılaşma, nefes alacak parkların azlığı ve insan kalabalığı karşısında şaşkına dönüyorlardır. Dönsünler! Biz de oralarda şaşkına dönüyoruz. Pahalı markaların satıldığı Vitoşa caddesi en popüler cadde. Sofya'yı otel aramak, genel olarak tanımak ve park yeri aramak için bir kaç kez turladık. Park yerlerinin varlığında sorun yoktu. Sorun bizim için anlaşılmazlığıydı. Biz de en kolay çözümü tercih edip aracımızı bir otoparka bıraktık.

Eskiden biz de posta kutusu kullanırdık. Artık mektupta yazılmıyor. Kim kullanacak posta kutusunu. 
Her neyse dolaşmalarımız sırasında şehir merkezi olarak adlandırılan ama nedense merkeze benzetemediğim bir yerde, metro istasyonunun üzerinde şehrin koruyucusu Azize Sofya heykeli ile bir kaç kez karşılaştık. 

George Kapkanoz adlı bir Bulgar heykeltıraş yapmış. 

Heykelin yüzü Nefertiti kadar güzel. Cildi altın renginde. Şehirdeki en yeni heykel bir elinde barışın, başarının sembolü defne, diğer elinde bilgeliğin sembolü baykuş ve başında gücün simgesi altın taç taşıyor. Bir bilgiye göre 2000 yılında, yıkılan Lenin heykelinin yerine dikilmiş.
Bu dolaşmalar sırasında cami hatta külliye olduğunu düşündüğüm yer Arkeoloji müzesi çıktı. Günümü görmedim efendim. Orası arkeoloji müzesi ama yine de ben haklıyım. 

Çünkü Mahmut Paşa Cami diğer adıyla Ulu Cami artık hem arkeoloji enstitüsü hem de Bulgaristan'ın en eski müzesine 1899'dan beri ev sahipliği yapıyor.
Giriş 2-10 leva arasında değişiyormuş.  Günlerden pazartesi ve elbette kapalı. Zaten çok dolaşınca bir süre sonra bana anlamsız görünmeye başlıyorlar. Şimdi bunu sanat tarihçisi biri tesadüfen okurda kızarsa sorun değil kızabilir. Aldırmam.
Başkanlık binasının verdiği geçitten diğer tarafa geçtik.

Büyük binalarla kuşatılmış, 4. yüzyıl Roma dönemi yuvarlak kubbeli, eski Aziz George kilisesi ve eski Sofya kalıntılarıyla yüz yüze geldik.
Kavimler göçü sırasında Hun'ların yıktığı kiliseyi Osmanlılar cami yapmışlar.
 
Tekrar ilk haline dönen kilisede beş altı kişiyle yapılan bir ayine denk geldik. Bu tür küçük ayinlere başka kiliselerde de denk geldik. Her toplum dini aynı olsa da ibadet şeklini biraz da gelenekleriyle belirliyor olmalı. Ara bölmede ikinci el mumla dilek tuttum.

 Tutarsa böyle de tutar. Mum alacak param yoksa dilek dileyemeyecek miyim? Di mi ama..

Kilisenin bahçesinde gördüğüm şeyleri dilek çaputları zannedince özünde aynı olsa da Yeşne'den onların marteniçka olduklarını öğrendim. Ben de azzzzz sonraaaaaa öğrendiklerimi size anlatıcam.
Avludan çıkıp Saborna caddesine girince hemen solda bir kilise gördük. Şapkadan tavşan çıktı gibi bir şey. Bir binanın alt katındaki tabelada Antik Ortodoks Kilisesi, 1241, Aziz Petka yazılmış.
 
Allah Allah bu ne ola ki dedik. Kapısı da bir ağır ki sormayın. 

Kilitli zannettiğim kapıyı yanımdan dirsek atar gibi geçip açan kadının ardından içeri daldık. Bildiğiniz penceresiz bodrum. 1241'de Sofya kontu Kaloyan tarafından kilise olarak yaptırılmış ya da dizayn edilmiş. 1930'da üzerine Sofya piskoposluk binası eklenmiş. Turizm tanıtım broşürlerinde yer almıyor ama bence gidecek olursanız görün. 
Değişik bir atmosferi var.
http://sketchup.google.com/3dwarehouse/details?mid=98315ecffe0a8b9cb343bb45949d03a2
10. yüzyıl yapımı ahşap Sveta Nedelya kilisesi 14. Yüzyılda taştan yapılmış. 

Kilisenin bulunduğu yer Sofya’nın merkezi olarak kabul ediliyor.

 1925 yılında komünist teröristlerce Çar III. Boris’e yapılan bombalı suikast girişiminde tahrip olmuş. Maalesef hedefteki kişinin yerine 200 masum insan ölmüş.
Buradan sonra Sofya heykelini yakından görüp Banya Başı camisine gittik. Sofya'da vaktinde var olan 70 kadar camiden işlevini sürdüren ve ibadete açık tek cami.
İçinde etraflıca onarım yapılıyordu. Halıların üstünde kalaslar, yere indirilip öylece bırakılmış avize, namaz kılan bir kaç kişi ve itiraf etmeliyim ki restorasyondan kaynaklandığına şüphe duyduğum yoğun ve ağır bir koku vardı.
 
Kapının üzerindeki yazıda caminin 1567 yılında Mimar Sinan tarafından yapıldığı yazılı. 
Vallahi Sinan'a maşallah. Her yere yetişiyormuş. Bulgaristan'ın 15 metre çaplı ve kübik taban üzerine inşa edilmiş tek kubbesi camiye ait. Hiç bir fikrim olmayan bu özelliği Sofya rehberinden çaldım. Özellikle belirtmeliyim ki Kadı Seyfullah Efendi Camisi ile Banya Başı Camii kesinlikle aynı yer. Ola ki giderseniz o nerde bu nerde diye aramayın. Banya sözcüğü banyo, Banya Başı banyolar demekmiş. Zaten caminin hemen yan tarafı hatta camiye bitişik ve belki altına doğru devam eden Roma dönemi hamam kalıntıları var.
Mucize sahibi Aziz Nikola diğer adıyla Rus Kilisesi, Kurtarıcı Çar caddesi üzerinde.
 
Soğan kubbeleri Rus olduğunu anlamanıza kuşku bırakmıyor.  1882’de yıkılan Saray camisi üzerine Nevski katedralini de yapan işçilerce 1914’de yapılmış. 

Mum yakarak dilek dileyenler
 Küçük, sevimli kilisenin ana kapısının solundaki kapıdan girdiğimde sıcak hava yüzüme çarptı. Burası aslında bir mezar. Mumlar ve çeşitli dini hediyeliklerin satıldığı küçük bir dükkan ile masalar var. İkonaları söylememe gerek yoktu değil mi?  Masalar üzerinde küçük kağıt ve kalemler dilek yazıp kutuya atmak için bırakılmış. Ben de yazdım. Hayır ne olduğunu söylemem. Aziz sayılan ama aslında olmayan Serafin’in mermer mezar taşına kadının biri kendini öyle bir atıp kapandı ki hakikaten inandığı anlaşılıyor. Bir sonraki kişinin davranışını görebilmek için bana beş dakika kadar gelen süre bekledim ama diğerinin mezardan uzaklaşmaya niyeti olmadığını anlayınca ben uzaklaştım.

Kilisenin kapı kolu hoşuma gitti.
Bulgar Gönüllüleri Anıtı 1877-1878 Osmanlı-Rus savaşında bizim deyişimizle 93 harbinde Osmanlıya karşı savaşan askerler adına yapılmış. 
Stratejik konumu nedeniyle paylaşılamayan, şiddetli çarpışmalara sahne olan Şıpka geçidindeki savaştan 131 yıl sonra dikilmiş. Anıtın yanındaki büyük taş parçasını Şıpka geçidinden getirip oraya koymuşlar.
Erken dönem Bizans kilisesi Aya Sofya, Osmanlılar tarafından minare eklenerek Siyavuş Paşa adıyla camiye çevrilmiş. 19. yüzyılda meydana gelen depremlerde minareleri yıkılmış. Laf aramızda kasten yıkıldığı söylentiler arasında. Zaten sonradan aslına dönmüş. Sofya'ya adını veren kilisenin önünden geçerek parktaki bit pazarına girdik. 

Yeşne arkadaşları için marteniçkalar ve satıcının elli yıllık(!) dediği tatlı bir bileziği pazarlık yaparak uygun fiyata aldı. Küçücük olmasına rağmen koleksiyonerlerin ilgisini çekecek bir pazar. Rus asker eşyaları, Nazi asker eşyaları, el işleri, magnetler, çok çeşitli fotoğraf makineleri, dürbünler, eski paralar veeeeee marteniçkalar.

 Marteniçka baharın gelişini kutlamak için yaşam ve kanı simgeleyen kırmızı, mutluluğu simgeleyen beyaz iplerden yapılıp bileğe bazan da saça takılan bir aksesuar. Martın ilk gününde dilek dilenerek bileğe takılır. İlk leylek görülünceye kadar beklenip çiçekli bir ağaç dalına ya da bir taşın altına saklanırmış. Leylek görmezseniz Mart sonuna kadar takmalıymış. Marteniçkanın makbul olanı armağan olanıymış. Benim bu tür inançlarım yoktur ama yaşama neşe kattıklarını düşünürüm. Bu nedenle marteniçkalar yapıp arkadaşlarıma armağan edicem. Umarım birileri de bana armağan eder.!!! Besbelli ki baharın gelişini bu şekilde kutlamak bir pagan geleneğiyken Bulgar geleneği olmuş. Size bir de marteniçka ile ilgili bir video buldum.
https://www.youtube.com/watch?v=Em91OGJXBXc

Altın kaplı kubbeli Alexander Nevski Katedrali doğu ortodoks katedrallerinin en büyüklerinden biri ve Bulgar patrikhanesinin merkezi.
 
Şehrin simgesi sayılan Rus stili kilise 1877-1878 Osmanlı-Rus savaşında Bulgaristan’ın Osmanlı’dan kurtuluşu için savaşırken ölen Rus, Moldovyalı, Ukraynalı, Romanyalı ve Fin askerlerinin anısına 1904-1912 arasında inşa edilmiş. Venedik mozaikleri ve mural resimlerle bezeli kilisenin o kadar kişiyi içine nasıl sığdırdıklarını anlamasam da 7000 kişilik olduğu söyleniyor. Kilisenin ana girişinin solundaki kapıdan girilen bodrum aslında Bulgar krallarının mezarı olarak planlanmış. Hiçbir kral buraya defnedilmeyince 1965 yılında Ulusal Sanat Galerisinin Ortodoks sanatı bölümü olarak düzenlenmiş. Restorasyon çalışmasındaki  Aleksander Nevski Sript müzesi; Ortodoks sanatının 4. yüzyıl başlangıcından 19. yüzyıl arasındaki en eşsiz örneklerini sergiliyormuş.
19032te yapılan Kurtarıcı Çar heykeli II. Aleksander’ın Osmanlı-Rus savaşı sonrasında Bulgaristanı Osmanlıdan kurtarmasının şerefine yapılmış. Oysa aynı çar yaptığı etnik temizlikle Çerkezleri ülke dışına sürüp toprak ve diğer varlıklarına el koymakta sakınca görmemişti.

Belediye çalışanları gençlerin grafitilerini siliyor. Siyah boyayınca iyi bir şey olacakmış gibi.
Sofya turistik bir yer değil. Tüm şehri dolaşmamız dört-beş saat kadar sürdü. Hepsine bakamadık ama sosyalist art müzesi girişi çocuk ve öğrenci 17 euro, yetişkin 19 euro. Tüm görülecek yerler çok yakın mesafede olduğu için hepsini yürüyerek dolaştık. Kartallı köprü hariç. Ona da dönüş yolunda arabadan bir bakış atmakla yetindik. Çok kısa bir köprünün iki ucuna direklerin başına diyeyim, kartallar kondurmuşlar. Aynı yere çok yakın Sovyet ordu heykeli de varmış. Bu heykeli de görmedik ancak neşeli ve politik protestoların adresini yazmadan geçmek istemedim. Sovyetlerin Avrupayı Nazilerden kurtarmasına atfen yapılan heykelin kaidesindeki kompozisyon grafitiye hiç yabancı değilmiş.(Fotoğrafı google görsellerden çaldım)

 Gençlerin uğrak yeri olan heykel her ilkbaharda etraflıca bir temizlikten geçmek zorunda kalıyormuş.

Sokak aralarının birinde her yeri dantelle süslenmiş restoranın fotoğrafını görün istedim.
Şehrin çıkışındaki büyük alışveriş merkezine girip biraz bakınıp yemek yedik. Pizzacıdaki pizaları görseniz her bir dilimi yarım Trabzon ekmeği kadar. Yorulduk artık. Plansız geldiğimiz Sofyadan ayrılıp evimize dönüyoruz. Uzun ve görece bozuk yollardan, kapıkulede tırların kaç kilometre olduğunu bilmediğim bekleme sırasının yanından geçtikten sonra  sonra
evim evim anzer balı evim.
http://www.sofia-guide.com/


26 Ocak 2014 Pazar

BULGARİSTAN 
Bölüm:1
PAMPOROVO
Epeydir düşündüğümüz, evirip çevirip planlar yapıp bir türlü gerçekleştiremediğimiz Bulgaristan gezisini nihayet gerçekleştirdik. Cuma günü aracımıza 63.30 Euro'ya yeşil sigorta yaptırdık. Artık yurt dışına çıkarken sadece yeşil sigorta istiyorlarmış. Aynı günün akşamı Yeşne  geldi. Ertesi gün yola çıkılacak hala valiz hazırlamadık. Zaten üç gün kalınacak çok bir şey almaya gerek yok ama bu kadar da rahat olunur mu? Olunurmuş.  Sabah erken kalkıp kahvaltının ardından acele bir valiz faaliyeti yapıp saat 10:00 da yola çıktık. 
Çorlu'dan Edirne'ye kadar sis içinde yol aldık. Kapıkuleye geldiğimizde in cin top oynuyordu diyebilirim. 

 İşlemler bir kaç basamaktan oluştuğu için uzun sürdü. Avrupa'dan izine gelen işçiler geliş-dönüş çilelerini anlatırlardı. Ne kadar haklılarmış. Tenha zamanda böyleyse hakikaten eziyetmiş dedik.
Sınırdan geçer geçmez dilenciler etrafımızı sardı. Bulgaristan'ı terk edene kadar kurtulamadık. Bizim dilenciler el açar, dua eder, nadiren etrafımızda dolaşırlar. Bunlar sanki bir şey söyleyecek ya da soracakmış gibi yanaşıp sözü paraya bağlıyorlar. İlk acemiliği atınca öğrendik.
Esasında sınırı geçince hemen Vignette adlı bir ödevimiz varmış ama Sofya'ya kadar fark etmedik. Neyse ki trafik polislerine de fark etmedi.
 Benzinliklerde, sınırda küçük dükkanlarda satılan bir çeşit trafik vergisi kartını almak yetmiyor. Onun aracın camına, iç yüzün sağ alt köşesine yapışması zorunlu.
Yol tabelalarında isimler hem Bulgarca hem de latin harfleriyle düzenlenmiş. Ayrıntılı haritamız olmadığı ve tomtomumuz çalışmadığı için oldukça sıkıntı yaşadık. Sofya yolunu takip ederek giderken yanılgıyla Haskovo'ya girdik.
 
Diğer Bulgaristan şehir ve kasabaları gibi burası da renksiz yok renksiz değil gri-sarı ve mimari değeri olmayan binalarla dolu. Biraz Zonguldak İkinci Makas'a benzettim. Zonguldaklılar anlamıştır. İçinde kaybolunca şehri genel hatlarıyla tanıma fırsatı bulmuş olduk. Girdiğimiz küçük bir dükkandaki iki kişi yolu tarif ettiler. Sonra da bulamayacağımız endişesi ile bizi tekrar Sofya yoluna çıkartmak için araçlarıyla önümüz sıra giderek rehberlik yaptılar. Onlara gerçekten minnettarız.
Yolculuk boyunca etrafta neşeli bir şeyler görmeyi umduk ama boşuna. Rodop dağlarının tepesindeki Pamporova'ya gidiş yolu virajlı ama şehirler arası yollardan çok daha güzel.
 
Yolculuğun en güzel kısmı dağ yollarında kıvrılarak ormanların arasında olmaktı. Her iki baharda da buranın güzelliğini hayal dahi edemiyorum. 

Gökyüzünü delen boylarıyla çamların kapladığı Rodoplar birinci yüzyılda Traklarca yurt edinilmiş.
Rodop dağlarına gelmişken Arif Şentürk'ten Pakizem türküsünü dinlemeli. 
Ara ara dağların arasından çıkan küçük şehirler nedense beni şaşırttı.
 
Aslında nedenini biliyorum. Dağdayız. Şehirler düzlükte kaldı artık herhangi bir yerleşime rastlamadan doğrudan Pamporova'ya gideceğimizi zannetmiştim. Wanderful Bridges diye doğal köprülerin olduğu bir yere 16 kilometre kadar yaklaştık ama giderken de dönerken de hava kararıyor diye uğramadık. Nasıl bir yermiş diye araştırınca bu videoyu buldum. 
Sonunda 1650 metre rakımdaki Pamporova'ya ulaştık. Otelimizi bulmak biraz zor oldu. Yol boyunca hiç kar görmediğimiz için bozulan moralimiz biraz daha bozuldu. Gitmeden evvel durum araştırması yaptığımızda 50 cm kar görünüyordu. Yokmuş. Oteli booking.com'dan bulmuştuk. Temizdi ve fiyatı uygundu ama beğenmedik. 

Fotoğrafın sağında gördüğünüz Evridika Hills Apartın yatakları felaketti, oda soğuktu, kahvaltısı kötüydü. Kahvaltıda ilaç için normal çay yok. Nane çayı ya da belli bir bedel karşılığı aromatik bitki çayları içebiliyorsunuz. Üç günlük rezervasyonu bir geceden sonra iptal edip Sofya'ya gitmeye karar verdik.

Akşam yemeğimizi Castle restoranda yedik. Meşhur Bulgar birası Zagorkayı ihmal etmedik. Tadı güzel. İçerseniz pişman olmazsınız. Otellerin çoğu boş. Müşterisi olanlar da çok tenha. Kimi otellerin camında kocaman satılık tabelaları gördük. Kar olduğunda belki güzel ve neşelidir. Şimdi değil.
Sabah ayrılmadan önce daha sonra gelirsek lazım olur diye bilgi almak için kayak pistleri ve telesiyejlere bakmaya gittik. Gitmeden önce otel sahipleri ihtiyaç olduğunda suni kar yağdırıyorlar diye duymuştuk.

 İnanamazsınız meğer sıfır karda bile yapıyorlarmış. Pistlerin dibine kadar gitmeyince kar görülmüyor.

 Sadece pistlerde kar var ve herkes kayıyor. Yeşne ve Ziya bir kaç saat kaydılar. Ben bir kafede oturup yiyip içme faaliyeti yaptım. 

 Uludağ'da bir çay içmeye bile korkarım. Malum dağ fiyatları. Burası öyle değil. Yeme-içme ekonomik. 

Snowboardçular için ayrı bir platform yapmışlar. Pistler zorluklarına göre kategorilere ayrılmış. 
Tepeye çıkıp dilediğiniz zorluk dereceli pistten kayıp keyfinize bakın.


En azından pistte bir fotoğrafım olsun istedim.
 Gün inmeden yol almak için Rodop dağlarını bu kez tersine eteklerine doğru kat ettik. 

Bulgarların küçücük tepeyi yok etmeyip tünelle altından geçirmelerini takdir ettim.

Dağların kimi yerlerindeki kellikler doğallığın bir parçası.
Gümüşhaneliler bu iki fotoğraf için ne düşünür acaba?

 Yol üzerindeki Chepelare'ye geldiğimizde dünyanın en büyük kayak malzemeleri üreticilerinden Atomik ve Salomon'un fabrika satış mağazasına uğradık. 

Ürünler o kadar pahalı ki outletinde bile ekonomik bir şey bulup alamadık. Ellerimiz bomboş çıktık. 

Dağın eteklerine inip 11. yüzyıl yapımı Bachkovo manastırını ziyaret ettik. 


 http://www.youtube.com/watch?v=DH2g2tXHb08
Manastır; bahçesi, lojmanları, ibadet birimleri, lojmanda yaşayanların yetiştirdiği hayvanları ile işlevini sürdüren bir mekan.
Osmanlının Bulgaristan'ı almasından sonra son patrik Eftimity buraya sürgüne gönderilmiş. 16. yüzyılda yeniden kurulan manastırın ilk patriği Kiril ve Exarch Stefan'ın mezarları burada. Her ikisi de Nazilerin Bulgaristan Yahudilerini kamplara göntürmelerine engel olmuşlar.
 Çepenare nehrinin kıyısındaki manastırın çok sayıda ziyaretçisi var. Hediyelik eşyacılar böyle bir yeri kaçırır mı hiç. Sıra sıra dizilmişler. 

Bulgarların meşhur toprak kaplarından aldık. Hem de mavi. Bir de kurutulmuş otlardan. 
Fiyatlar oldukça makul. Her bir demet 1!er Leva.
Buradaki Manastır restoranda yemek yedik. Çok temiz ve hızlı servise lezzetli yemekleri ekleyeyim. Yemek demişken bir daha bu konuyu açmamak için yazayım. Bulgar mutfağı tıpkı Türk mutfağı. İnce ayrıntılar olsa da yabancı ellerde değilsiniz.

Sofya sürpriz ziyaretçilerini bekliyor. Fazla bekletmeyelim.