14 Nisan 2014 Pazartesi

AmeriGO Vespucci gitmişse 

ben de giderim-1

Bugünkü ve hatta bir iki bölüm daha yazacağım son gezimi nasıl toparlayacağımı bilemedim. Düşündüm, taşındım, günlük yazıyormuşçasına aktarmanın daha kolay ve anlaşılır olacağına karar verdim. Hayatımda hiç günlük tutmadım ama genellikle sevgili günlük diye başlandığını biliyorum. Haydi vira..
Sevgili günlük,
Birinci gün;
Bugün 29 Mart 2014, yeni dünyaya, Amerika kıtasında aynı adı taşıyan çok devletli ülkeye gitmek üzere yola çıkıtık.  
 Biletler ve otel rezervasyonlarımız bir kaç ay önce ayarlanmıştı. 

Uçağımız saat 07.25’te Cumartesi günü İstanbul Atatürk havaalanından hareket ederek  9,5 saat sonra yine Cumartesi günü saat 11:30 olduğunda New York, JFK havaalanına ulaştı. Anla işte saat farkından dolayı. Amerika birleşik devletlerinde, anakarada dört ayrı saat dilimi kullanılıyor. Alaska ve Hawaiyi eklerseniz altı dilim.
Gezimiz bir çeşit sandviç olacak. Ekmeği Niv York, malzemesi Nort Kerolayna..
 Upuzuuuun bir yolculuk yaptık. Ayakkabılarımızı çıkarıp yolculara dağıttıkları çorapları ve hafif otel terliklerini giydik.
 
Hosteslerin yol boyu sürekli ikram ve ilgileri,
 herkese kişisel ekranlarda filmler, oyunlar yetmedi. Okyanus üzerinde seyahat etmeye başladığımızda pencereler kapattırılınca bulutları izlemekten de mahrum olduk.  Bir ara kalkıp dolaştım. Büyük mutfağın önünde oturmuş sohbet eden kişilere katılıp onlarla bir parça oyalandım. Şimdiye kadar yaptığım en uzun uçak yolculuğu dört saat olunca dokuz buçuk saat patlamadan New York JFK havaalanına gelebilmek için sürekli yedim içtim. JFK sekiz terminalli bir havaalanı. Tekerlekler yere basar basmaz uçağın içinde ney ve ud sesleri birbirine karışıp gurbet temasını ruhumuza üfledi. İndiğimiz terminal 1 numaralı olanmış. Biz ve görevliler dışında kimse olmamasına rağmen bir saati aşkın bir süre pasaport kuyruğunda bekledik. Beklemek dışında sıkıntısız bir giriş yaptık. Havaalanının tüm terminallerini metro hattına bağlayan air train ile başlayan şehir içi seyahatimizi yaparken havaalanının ne denli büyük olduğunu farkettik. Terminaller arasında epeyce mesafe var ve aralarından çok şeritli karmaşık görünümlü bir otoyol(!) geçiyor. 
Air train’in bedelini indiğimiz yerde, Jamaika istasyonunda,
 bilet makineleri yerine bir dolar daha az ücret talep eden büfeciden aldığımız metro kartlarıyla ödeyip çıkış yaptık. 
Sanki iki kez ödeme yapıyormuşuz duygusuyla bu kez metro ödemesi yapıp Manhattan’a gidebilmek için E hattına binip 42. caddede indik.
 
Dikkatli olun vs. uyarısının gerçeklerden bahsederek yapıldığı metro istasyonun hangi kapısından çıktıysak birden bire karşımızda The New York Times binasını gördük. Vay vay vay The New York Times binasını gördüm. 
 Başım göğe erdi. Hava bir soğuk bir soğuk inanmazsınız. Neyseki hava durumunu kontrol etmiş, tedbir almıştım; Berem, atkım ve eldivenlerim yanımdaydı. The Times square Hotel'e ulaşıp tertemiz odamıza yerleştik ve odamızın yağmurlu manzarasını fotoğrafladık. 
Elimizi yüzümüzü yıkayıp yorgunluğa, soğuk ve yağmurlu havaya aldırmadan köşelere konuşlanmış seyyar şemsiyecilerin birinden aldığımız şemsiyemizle Times Square gittik.
 
Meydanı görsen uuuuuu led ışıklarla aydınlatılmış reklam panolarından geçilmiyor. Her yer rengarenk. Ortalık yerlerde kimseciklerin yağmur boran nedeniyle oturmadığı kırmızı sandalye ve masalar, 

kırmızı küçük bir tribün, yüksek binalar, Coca Cola ve Toshiba reklam panolarının üzerinde küçümen bir top. 

Her şey gerçeğe uygun da sanki olmayan bir şey var. Yanlış yere geldik sanırsam. 31 Aralık gecesi onca insanın toplanıp geri sayarak aşağı inmesini beklediği top daha büyük değil miydi? Hem bu meydan o şaşaalı yer olamaz. Yani bu kadar küçük mü? Öyleymiş. Yanlış gelmemişiz. 
Brodvaw tiyatrolarının bir çoğunun açıldığı bu kavşak noktasında sokak konseptiyle düzenlenmiş Toysrus dükkanı benim bile ilgimi çekti,
 kendimi kaybettim. Hard Rock kafe, Planet Hollywood
 ve başka bir çok restoran, Times square müzesi, Brodway’in akşamki oyunlarına kalan indirimli biletlerin satıldığı gişe, ellerinde şemsiyeleriyle dünyanın her yerinden insanlar, hepsi burada. Bir nevi cehennem(!). Yıllaarrr yıllar önce Longacre olan adı The New York Times’ın yönetim merkezini oraya taşımasıyla değişmiş. Her devrin adamı olmuş işte.. Ünlü şehir kütüphanesini görüp dünyanın en büyük tren garını ziyaret etmek istediysek de birkaç dakika önce kapanan kütüphaneyi atlayıp şehrin içindeki az sayıda ağaçlı yoldan geçip gara yöneldik.
 
Büyük, merkez tren garındayız.
 Filmlerde gördüğüm gar şimdi etiyle kemiğiyle(!) karşımda. Muhteşem bir bina. İçinde epeyce dolaştık. Tren garı olma özelliğini sürdürse de agora işlevini daha çok benimsemiş görünüyor. İstasyon kalabalık değil. Sefer saatleri sık değildir belki de..
Garın içinde ufak çaplı bir apple store var. Alt katı tamamen restoran.  Çok yorulup acıktık. Times square civarındaki suşicinin tezgahlarına bakıp biraz dolaştıktan sonra yeriz diye karar vermiştik ama çok acıktığımız için oraya dönemedik. 
  Gardaki restoranlardan birinde yemediğimize pişman olduk. Ya ordadır ya burda diyerek aranırken en kolay çözüm restoran zinciri Friday’s oldu. Amerikan usulü yemeğimizi afiyetle yedik.
 
Haydi marş istikamet otel. Sabah kahvaltıya indiğimizde çeşit çokluğunu görünce sevindim ama itirafımdır:Haşlanmış yumurtaları yememiz olanak dışıydı. Meyve dışındakileri aç kalmayalım diye zorlanarak yedik.  Şimdiye kadar anımsadığım otel kahvaltıları içinde en kötüler kategorisinde birinciliği hemen kaptı.
                  
İkinci gün;
Güne; elimizde Googgle map’tan yararlanıp gideceğimiz yerleri işaretleyip büyükçe bastırdığım haritalarımızla dün gittiğimiz Times meydanından başladık. Sabah sabah hem de yönetim merkezi olan Scientology kilisesine girdik.
   İçinde fotoğraf çektirmedikleri kilisede iki saat sonraki ayine katılabileceğimizi öğrendik ama bizim işimiz gücümüz var. Kalamayız, başka sefere dedik. Bir iki video izleyip yürüyerek Central parka gider iken haritada öylesine işaretlediğim, New York’un anıt yapılarından (Onlar anıt yapılara Historical Landmark diyorlar.), 1962 yapımı Carnegie Hall önünden boş boş geçemedik. 
Öğretmen indirimi alıp rehberin hayran coşkusuyla anlattığı tanıtım turuna katıldık. 
Dünyanın en büyük konser salonlarından biriymiş. Music Hall olan adı kırmızı bölge müzikholleriyle karıştırılmaya başlanınca Carnegie Hall olmuş.
Çok katlı salonun Dress Circle adı verilen üçüncü katından akşamki konserin provasını izleme olanağı yakaladık.  Bu salona sadece süslü elbiselerle gelinebilirmiş. Dördüncü ve son balkon işten çıkan, eve gidip üstünü değiştiremeyen ya da süslü elbisesi olmayanlar gelebilsin diye serbest salonmuş. Rehberimiz kategorize edilme durumunu salon yönetiminin halka ne kadar sevimli baktığı, yoksulları da gözettiği imasıyla anlatılıyor. Zaten çocukluğundan beri salona hayranmış ve neredeyse bu salonda büyüdüm diyor.
 Tanıma turu anmalıklar satın aldığımız salon dükkanını ziyaretle bitti.
Central parka giden yol üstünde ikinci gelişimizde gireceğimiz MET'in merdivenlerinde dinlenip, müze broşürlerini ediniyoruz.
 Müzenin önü ana-baba günü gibi kalabalık. Seyyar satıcılar dumanları tüte tüte sosis vs. ızgara yapıyorlar.
 Times meydanından yürüyerek onbeş yirmi dakika kadar uzaklıktaki  Central park ününü hak eder güzellikte. Öyle suni çiçek tarhları falan yok. Elbette vardır da biz anlamayalım diye doğala özdeş yapmışlar. Göletleri, taşı, kayası, ağacı, çiçek, böcek ve etrafta pıtış pıtış dolaşan sincaplarıyla doğal bir ortam. Parkın yanıbaşında boylu boyunca uzanan 5. Caddeden gelen gürültü ve bando seslerine kulak verip dışarı çıktık. Yunanlıların bağımsızlık günüymüş. Ulusal kostümlerini giymiş dona dona yürüyorlar. Az sonra dünyaca ünlü, mimarisi bakımında Bilbao’daki isim ve görevdaşını andıran  Solomon R. Guggenheim müzesinin önüne geldik.
Programda olmadığı için sadece müze dükkanına girip antreden binanın içine bakınıp çıktık. Amacımız uzak gibi görünse de Harlem’e gitmek. Sorduğumuz bir genç kız 116. Caddeden ileri gitmeyin tehlikelidir deyince fazla içerilere girmedik. Kapüşonlu giysileriyle öbekleşmiş gençleri, paslı yangın merdivenleri, kırmızı, kararmış tuğlalarıyla Harlem bina örneklerini gördük. 
Korkmayıp bir parça daha içerilere girebilseymişiz iyiymiş ya, umarım başka sefere(!). Yani hayale bıraktık. Yürüyecek mecalimiz kalmadı. Taksiyle döndük. Akşam yemeğimiz için taa Çorludan seçimini yaptığımız Planet Hollwood’a gittik.
 Restoran hostesi endişe etmeyin sıranızı kaptırmam deyince beklerken yemek salonunu dolaşayım dedim. Emin olun rezervasyonu önceden yaptırmayan herkesi bir çok boş masa olmasına rağmen bekletiyorlar. Niye? Bilmem, biz de anlamadık. Hollwood müzesiymişçesine; Filmlerde kullanılmış kostümler, objeler, tren ya da otomobil sahnelerinde kullanılan maketler gibi bir çok eşya sergileniyor. Yemekler güzel, servis çok hızlıydı. Elemanlar hem güleryüzlü hem de konuşkanlar. Fiyatları Amerikan ölçülerinde oldukça makul. Kesinlikle öneririm. Gülen şefim Mesut burada yad edildi. Michelin yıldızlı restoranda yemedik ama burası da fena sayılmaz değil mi şefim.?


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder